latest
haber

KÜLTÜR-SANAT

VIDEO

video

VELESPIT HİKAYELERİ

velespit hikâyeleri

GÖÇMENLERİN GÜNDEMİ

YEREL HABERLER

LONDRA GÜNLÜKLERİ

İngiltere’de yaşamanın olumlu ve olumsuz yanları nelerdir?

1 yorum

Bu yazıda, İngiltere'de yaşamanın olumlu ve olumsuz yanlarını sorduğum görüşmecilerin sözlerine yer veriyorum. Güvenlik, huzur, istikrar, dünya vatandaşı olmak olumlu yönler olarak öne çıkarken yalnızlık ve memleket özlemi olumsuz yanlar olarak zikredilen başlıklar arasında yer alıyor. 

Tuncay Bilecen





Regent’s University’de misafir araştırmacı olarak bulunduğum sırada Türkiyeli göçmenlerin geri dönme eğilimleri ve geri döndükten sonra neler yaşadıklarına ilişkin bir alan araştırması yaptım. Türkiye’den Birleşik Krallık’a Göçler kitabında topladığım bu araştırma sırasında  görüşmecilere sorduğum sorulardan biri de iki ülkeye ilişkin olumlu ve olumsuz izlenimleriydi.  

Kuşkusuz göçmenler Türkiye ve Birleşik Krallık’a ilişkin değerlendirmelerde bulunurken kendi kişisel tarihlerinden, göç deneyimlerimden yola çıkmaktadırlar. Dolayısıyla bu soruya verilen cevaplar bir bakıma göç etme nedeni, uyum süreçleri, çalışma ilişkileri, sosyalleşme biçimleri, politik görüş, dini inanç, değerler ve tutumlar, aile ve akrabaya yakınlık, kişisel özellikler gibi birçok faktörü içinde barındırıyordu. 

İNGİLTERE'DE YAŞAMANIN OLUMLU YÖNLERİ

Katılımcıların Birleşik Krallık’ta yaşamanın olumlu yanlarına ilişkin yaptıkları değerlendirmeleri; öngörülebilirlik, yaşam kalitesi, güvenlik, istikrar, sistemin iyi işlemesi, ulaşımda rahatlık, yeşil çevre, parkların çok olması, kültür sanat etkinliklerinin bolluğu, diğer ülkelere kolay ve ucuz ulaşım, çok kültürlülük şeklinde sıralayabiliriz.

Örneğin 59 yaşındaki bir kadın görüşmeci, yaşadığı kent olan Londra’ya dair yaptığı değerlendirmede yukarıda sözü edilen birçok faktörü sıralıyordu:

“İngiltere’nin olumlu yanları bana göre öngörülebilirlik; yarın, öbür gün, gelecek ay, gelecek sene konusunda daha emin olmak. Gelecekle ilgili tahmin edilebilirlik ve güvenlik. Geceleyin polis evimi basıp beni tutuklamayacak.  Ondan sonra elektriklerin kesilmesi çok muhtemel değil. Hakkımda dava açılması pek mümkün değil. Yarın evden çıktığımda evin önünde bir çukur bulmayacağım. Bunlar beni ilk geldiğimde çok etkilemişti, kalıcı ve değişmeyeceğini bildiğin şeylerin olması, istikrar. Belli mekanizmalar, belli kurumlar, belli şeyler bugünden yarına asla değişmez. Bu bana müthiş bir dinlenme imkânı veriyor. (…) Geçim sıkıntısını hallettikten sonra ancak bu istikrarı yakalayabiliyorsunuz. İki bilgiye ulaşabilme… İstediğiniz bilgiye istediğiniz zaman ulaşma hakkı. Üç, kültürel olarak da gerçekten zevk alıyorum, en büyük zevklerim sinemaya gitmek, tiyatroya gitmek, konserlere gidiyorum, sergileri geziyorum. Ve bunu böyle büyük bir şey yapıyor gibi yapmanıza gerek kalmıyor. Dört, yaşam kalitesinin iyiliği… Bu şehirde istediğim yere istediğim şekilde tahmin edilebilir bir zamanlarda gidip spor, yüzme her türlü imkândan parasıza yakın bir düzeyde yararlanabilirsiniz. Aynı şekilde sağlık imkânları… İnsana önem verilmesi, bireyin hakkının önemli olduğu bir yer burası. Bir şikâyetiniz olduğu zaman milletvekiline mektup yazıyorsunuz, o size belki kişisel olarak yazmıyor belki ama imzalı bir cevap göndermek zorunda. Milletvekili benim kapıma geliyor ve onunla Brexit tartışabiliyorum. Bunlar istisnai şeyler değil, oluyor ve bunlardan da çok memnunum”

 GÜVENLİK DUYGUSU

Bu görüşmecinin dile getirdiklerinin başında Londra’ya ilişkin sıraladığı güvenlik ve öngörülebilirlikle ilgili olumlu faktörler Türkiye’de bulamadığı için göç etmesine sebep olan faktörlerdir. Çalışmanın ilgi çekici sonuçlarından biri de bu husustur. Çoğu göçmen için politik nedenlerden kaynaklanan “güvenlik endişesi” Türkiye’yi terk etmenin temel nedenlerinden biridir. Dolayısıyla Birleşik Krallık’ta bireysel anlamda elde edilen ve hissedilen güvenlik duygusu birçok katılımcı tarafından olumlu bir unsur olarak zikredilmiştir.

Başka bir kadın görüşmeci ise kültürel yaşamın zenginliği, ucuz ve kolayca seyahat edebiliyor olmak Londra’da yaşamanın en önemli avantajları arasında sıralıyor:

“Sosyal yaşam olanakları, bunun içinde sporu, pilatesi, eğitimler, sanat, meditasyon burada daha yaygın daha uygun fiyatlarda. (…) Onun dışında seyahat burada daha iyi… İki saatte İtalya’dayız. Prag’a baktım, 30 pounda bilet buldum. İki sigara parasına Prag’a gidiyorum” (Kadın, 34).

Kadın görüşmecilerin birçoğu Londra’da kadın olarak yaşamanın daha özgür ve güvenli hissetmelerine yol açtığını ifade etmiştir. “Londra her zaman, bir kadın olarak kendimi güvende ve medeni insanların arasında olduğumu hissettirdi bana” (Kadın, 45).

YALNIZLIK VE AİLE HASRETİ

Katılımcıların Birleşik Krallık’ta yaşamanın olumsuz yanlarına ilişkin yaptığı tespitlerde en çok zikrettikleri husus yalnızlık olmuştur. Aileden, tanıdıklardan ve arkadaşlardan uzak kalmak ve buna bağlı olarak yalnızlık yaşamak çalışmada geri dönüş sebepleri arasında da sıkça söz edilmişti. Anavatan ile duygusal bağ kurmak, geride bırakılan aile bireylerini özlemek yalnızlık duygusunu pekiştirmektedir. “Buradaki kötü yönler sadece yalnızlık ve aile özlemi… Arkadaşlarım var görüştüğüm kişiler ama çocuklar dostlarım gibi değil. Ailemi özlüyorum. Kardeşlerimi özlüyorum. Benim için buranın en kötü tarafı bu” (GD12, Kadın, 46).

“İngiltere’de yaşamanın kötü tarafları iklimi ve aile ve akrabaların burada olmaması” (GD13, Kadın, 34).

“Yalnızlık sanırım. (düşünüyor) Evet yalnızlık… Burada arkadaşların oluyor ama ilişkiler çok sınırlı ve mecburi oluyor” (GD10, Kadın, 38).

Göçün ardından yıllar geçmiş olmasına rağmen görüşmeciler Türkiye’de kurdukları ilişkilerin daha güçlü ve kalıcı olduklarını düşünmekte, Birleşik Krallık’ta kurulan ilişkilere ise geçici veya zorunluluk olarak bakmaktadırlar. Bir diğer kadın görüşmeci göçün ardından Türkiye’deki gibi ilişki kurulamamasını ülkelerin farklı kültürlere sahip olması ve Londra’nın yoğun tempolu hayatıyla açıklamaktadır.

“Biz sıcak insanlarız. Gece benim arkadaşlarım toplanıp gelirlerdi mesela. Gece toplanıp kısır partisi yaparız. Burada zor. Çünkü hayat çok koşturmacalı. Herkesin bir sürü işi var. İngiliz bir arkadaş Türkiye’de bizi ziyaret etmişti, şaşırdı. ‘Why is life so slowly?’ (Hayat neden çok yavaş akıyor?) dedi. Ben Adanalıyım. Adana’da insanlar uzun süreli çalışırlar. Ama çalışma aralarında oturur tavla atarlar. O mutluluk o coşku yok burada. Burada insanlar daha mutsuzlar, bunun farkında da değiller. Ne kadar mutsuz olduklarını bilmiyorlar” (GD2, Kadın, 56).


YÜKSEK KİRA ÜCRETLERİ

Görüşmecilerin Londra’ya ilişkin olumsuzluk olarak dile getirdikleri bir başka husus ise şehrin pahalı olmasıdır. Ancak bazı görüşmeciler ücretlerle kıyaslandığında kira fiyatları hariç Londra’da özellikle yiyecek, içeceklerin Türkiye’ye göre çok ucuz olduğunu belirtmektedir. “Londra’nın kötü yanları; çok yoğun, stresli, devamlı bir koşturmaca var. Bir şeylere yetişmeye çalışıyorsun. Pahalı bir şehir” (GD17, Kadın, 37).

“İngiltere’nin olumsuz yanı kiralar çok yüksek. Türkiye’de ayakta kalmanız daha kolay. İngiltere’de ise paranız olsa bile düşük geliriniz varsa, dört kişilik bir aileye İngiltere hükümetinin belirlediği para 29 bin pound. Benim gördüğüm bu parayı bir Ankara Anlaşmalının kazanması çok zor” (GG8, Erkek, 40).       

İKLİM FAKTÖRÜ

Bazı görüşmecilerin geri dönme nedenleri arasında saydığı iklim faktörü de Birleşik Krallık’a ilişkin olumsuzluklar arasında zikredilmektedir. Türkiye’de dört mevsimi, güneşli günleri yaşamaya alışanlar için Londra’nın gri gökyüzü ve sürekli yağmurlu havası depresyon nedeni olarak görülmektedir. GG5, bu soruya verdiği yanıtla Londra’nın iklimiyle insanını bir tutmaktadır.

“Ama buranın havası kötü yani kardeşim. Ne yapayım, soğuk, yağmurlu… Gri olmasından kaynaklı insanlar depresifler… Bir de bizim memleketin insanlarının sıcaklığı başka bir şey” (GG5, Erkek, 41). 

İklime de alışamadığı için Türkiye’ye dönen GK3, Türkiye’de daha mutlu uyandığını ifade etmektedir.


“Burada mutlu olmak için avutmak zorunda kalmıyorum kendimi. Mutlu uyanıyorum, mutlu kalkıyorum, mutlu yaşıyorum burada. Orada hep böyle karanlık olması beni çok etkiliyordu” (GK3, Kadın, 43).  


* Sizin için İngiltere'nin olumlu ve olumsuz yanları neler? Yorum bölümünde paylaşabilirsiniz. 😊


Göçmen olmak: olan biteni ‘dışarıdan’ izlemenin ağırlığı

Hiç yorum yok

Türkiye’nin günden güne otoriterliğe savrulması nedeniyle son yıllarda birçok kişi çareyi ülkeyi terk etmekte buldu. Bu yazıda, son dönem göçlerin nedenlerini ve olup biteni dışarıdan izleyen göçmenlerin yaşadığı burukluğu tartışıyorum.

 Tuncay Bilecen




Tıpkı doğa kanunları gibi toplumsal yapıyı oluşturan koşullar da bazı kurallara tabidir. Örneğin siyasal iktidar otoriterleştikçe göç etme kabiliyetine sahip olan kesimler dalga dalga ülkeyi terk ederler. Bu, bazen daha iyi ekonomik koşullarda, daha sağlıklı bir toplumda yaşamak arzusuyla gerçekleşir bazen de güvenlik endişesi o kadar ağır basar ki kervan yolda düzülür misali, bir an önce kaçıp kurtulalım, sonrasına bakarız düşüncesi ağır basabilir.

Otoriter iktidarlar züccaciye dükkânına giren fil zarafetiyle menfaat gördüğü kurumları istila edip rant gördüğü alanları yağmalarken buna muhalefet edenler de eğer zindana düşmekten kurtulabilirlerse çareyi göç etmekte bulurlar. Böylece otoriter rejim kendisini tahkim ettikçe ülke yetişmiş insan gücünü yavaş yavaş yitirir, çoraklaşma ve yozlaşma adım adım her yere sirayet eder. Liyakat ortadan kalkar, nepotizm (ahbap çavuş kapitalizmi) yayılır, ekonomik, sosyal ya da beşeri sermayesi olmadığı için göç edemeyenler bile bir şekilde kaçıp gitmenin derdine düşer.

Sadece Türkiye’ye özgü olmayan bu durum yurt dışında yaşayan hatırı sayılır diasporik toplulukların oluşmasına yol açmaktadır. Rusya gibi, İran gibi ülkelerde muhalefeti artık sınırların dışında yapılıyor. Nedeni çok basit; çünkü içeride kimsenin sesini çıkarmaya cesareti ve mecali yok, ikincisi de bu ülkelerin muhalefetinin önemli bir kısmı zindanda değilse yurt dışında. Dolayısıyla siyasal iktidar, otoriterliğin cıvatalarını her sıktığında yurt dışında yaşayan ve artık diasporik nitelik taşıyan toplulukların hem çoğalmasına hem de hareketlenmesine neden oluyor.

Son beş yılda, Londra’da yaşayan Türkiye’den göç etmiş göçmenlerle yaptığım saha çalışmalarında “neden göç etme kararı aldınız?” sorusuna çok benzer cevaplar verildiğini fark ettim. Aile olarak göç edenler ağız birliği etmişçesine aynı cevabı veriyorlardı bu soruya: “çocuklarımızın geleceği için geldik!

ÇOCUKLARIMIZIN GELECEĞİ İÇİN GELDİK

Bir görüşmeci şöyle diyordu: “Ben çocuklarımın bu kadar siyasetin konuşulduğu bir yerde büyümesini istemedim. (…) Yani iki laf muhabbet ediyoruz, ondan sonra sözümüz Türkiye'nin siyasetine geliyor, ekonomisine geliyor. Bunları konuşmaman lazım. Sosyal bir devletsen bunları konuşmaman lazım.”

Başka bir görüşmeci ise Türkiye’de son birkaç yılda yaşanan değişimin çocuklarının davranışlarına nasıl sirayet ettiğini ve bunun göç kararlarını nasıl etkilediğini şöyle anlatıyordu: “Çocuğumu devlet okuluna, anaokuluna gönderdim. Ama o sıralar dünyadaki ve Orta Doğu'daki IŞİD zihniyetinin palazlandırılması ile birlikte Türkiye'ye İslamist, cihadist bir dalga geldi. Biz kimliğimiz dolayısıyla bunu yaşadık açıkçası, bunu fark ettik. Çocuğun okulunda birtakım olaylar oldu. Biz tabii bunun farkına daha sonra varıyoruz ama böyle küçük çocukların birbirleri arasında böyle kafa kesme şekilleri yapmaları, bu şekilde birbirleriyle konuşmaları. Bizi böyle bir karar almaya itti. Bir çocuğumuz var, evet Türkiye'de neler verebiliriz? Türkiye'de bir tapu verebiliriz çocuğa, bir araba verebiliriz, güzel bir okulda okuturuz. Ama başka hiçbir şey veremeyiz. Çocuk kaybolup gidebilir. (…) İki buçuk yıl önceye kadar hep eşimle konuşuyorduk ki çok şükür çocuğu kurtardık, çocuğu kurtardık, diyorduk. İki sene önce anladık ki çok şükür çocuk bizi kurtarmış. Çocuk olmasaydı, biz o ekonomik buhranda, o sıkıntılı haldeki ülkede hâlâ kalıyorduk.

BOĞUCU POLİTİK GÜNDEM

Gezi olayları, 7 Haziran 2015 seçimleri, patlayan bombalar, 15 Temmuz darbe girişimi, tek adam yönetimine geçiş, muhalefete yönelik operasyonlar derken ülke gündeminden yorulan birçok kişi göç etmeyi ciddi ciddi gündemine aldı. Bunu gerçekleştiren yakınlar, komşular, arkadaşlar da birçok insan için tetikleyici bir motivasyon kaynağı oldu.

Bir görüşmeci göç etmesine neden olan iklimi şöyle tarif ediyordu: “15 Temmuz’dan önce de Gezi’nin etkilediğini hatırlıyorum. Gezi’den sonra çatlaklar oluştu. Örneğin saat 10’dan sonra içkinin yasaklanması biraz dokundu insanlara. İnsanların özel hayatlarına müdahale edildi. Çok kısa bir süre bu bir öfkeye ve umutsuzluğa dönüştü.”

Başka bir görüşmeci ise bu konuda yine benzer şeyleri söylüyordu: “Kimseyle siyasetten veya ekonomiden başka bir şey konuşamadık. Zaman zaman boğucu çevresi nedeniyle insanın kendisi de sıkıcı bir hale gelebilir. (…) Nereye gidersek gidelim, dolar kaç para oldu, Recep Tayyip Erdoğan yine ne dedi, vs. Kısacası eğitim kalitesi, bunu harcanan fatura, ülke gündemi ve göçmen problemi nedeniyle Türkiye'den ayrılmak istedim. Ailem ve daha çok benden ziyade eşim ve çocuğumun farklı bir hayatı deneyimlemesini istedim.”

Bazı görüşmeciler ise ekonomik durumlarının daha kötüye gideceğini bildikleri halde göç etmeyi tercih ettiklerini belirtiyordu: “Dinci bir yönetimin iktidarı giderek ele geçirmesi. Biz Demirel’in zamanını da gördük, başka iktidarlar da gördük. Hepsi sağ iktidardı, hiç sol iktidar yoktu ama bunlar kadar haddini bilmezini ilk defa gördük. Yani ne dedilerse yaptılar adamlar. Hiçbir şeklide çekinmediler açıkçası. Bu beni korkuttu. Ekonomik durumumuz çok iyiydi. Tam tersine burada sürünüyoruz. Orada işyerimiz vardı. Arabam vardı, eşimin arabası vardı. Evim var hâlâ. Orada ekonomik durumum gayet iyiydi. Ama ben tamamen tüm her şeyi satıp döküp sermaye edip buraya geldim. Eğer çocuğum olmasaydı bu kararı almazdım. Orada direnirdim belki de. Çocuğumu buraya getirdim ki orada hiçbir şekilde gelecek görmedim.”

Bir görüşmeci ise Türkiye’nin değişen demografik ve sosyal yapısı nedeniyle Türkiye’de ırkçı bir zihniyete savrulduğunu fark ettiğini belirtiyordu: “Ekonomik olarak açıkçası hiçbir sorunumuz yoktu. Hatta hep diyorum keşke sorun ekonomiyle ilgili olsaydı, çünkü çözülebilirdi. Ama değişen sosyal yapı, huzursuzluk, yönetim, siyaset artık hepsi içten içe beni etkilemeye başladı ve hatta çok net ırkçı olmaya başladım. Aslında okuduğum kitaplar, ilgi alanlarım tamamen bunlardan soyutlanmak üzerineydi. Ama insanları etiketlemeye başladım; Suriyeli, Afgan gibi ya da dışarıda gördüğüm insanlardan sırf kıyafetleri ya da tipleri nedeniyle yargıladığımı fark ettim.”

OLAN BİTENİ DIŞARIDAN İZLEMENİN AĞIRLIĞI

Peki, ülkeyi terk edince bütün bu dertler bitiyor mu? Elbette bitmiyor. Bu sefer de ülkenin yıkıcı gündemini takip etmenin, öğrenilmiş çaresizlik duygusuyla sürekli kötü haber almanın yılgınlığı, geride kalan yakınlar için endişelenmenin ve bir şey yapamamanın öfkesi çörekleniyor insanın içine. İşte tam da bu noktada tuhaf, karmaşık bir duyguya kapılıyor çoğu göçmen. “İyi ki gelmişiz, iyi ki kendimizi kurtarmışız” ile “elimden hiçbir şey gelmiyor, acaba orada mı olmalıydım?” düşüncelerinin harman olduğu, tarif etmesi zor, yakıcı bir duygu bu.

 

 

 

Kaldırımdaki beyaz bisikletin anlamı

Hiç yorum yok


Yolların kenarında, kaldırım üstlerinde beyaza boyanmış, terk edilmiş bisikletleri görmüşsünüzdür. Bu bisikletler yılda bir gün çiçeklerle donatılır. Çünkü İngiltere’de “ghost bike” denen bu bisikletlerin her biri kazalarda ölen bir kişiyi temsil eder. 



Tuncay Bilecen


STEPHANIE’NİN HAZİN HİKÂYESİ

Londra’nın dört bir yanında beyaza boyanmış çiçeklerle süslenmiş bisikletleri görmeniz mümkün. Bunlardan bir tanesi Seven Sisters Road’ta yer alıyor. Direğe yaslanan, çiçeklerle bezenmiş beyaz bisiklette kazada hayatını kaybeden genç kadının fotoğrafı asılmış, fotoğrafın üzerinde Stephanie Turner yazıyor.

29 yaşındaki Stephanie Turner evinden işe giderken bir kamyonun çarpması sonucu 20 Ekim 2015’te hayatını kaybetmiş. Bu hikâye içinde birden çok trajediyi barındırıyormuş meğer. Fizyoterapist olan ve kazadan birkaç ay önce nişanlanan Stephanie evlenip eşiyle birlikte İskoçya’ya taşınmayı planlıyormuş. Kız kardeşini doğum sırasında kaybedeli ise daha iki ay olmuş.

Stephanie Turner


YOLLARDAN ÖNCE ZİHNİYET DEĞİŞMELİ

Ailesi Stephanie’nin trajik ölümü üzerine onun bisiklet tutkusunu şu şekilde dile getirmiş: “Steph, sadece her gün işe gitmek için değil, aynı zamanda Londra'nın çeşitli yerlerindeki hastalarını görmek için de bisiklet kullanan deneyimli bir bisikletçiydi. Bisiklet onun için bir işe gidip gelme aracından ziyade onu sevdiği ve yaşadığı şehir olan Londra'ya bağlayan bir araçtı.”

Merak edip bakmasaydım hazin hikâyesini bilmiyor olacaktım. Ama şimdi o beyaz bisikletin önünden her geçtiğimde hiç tanımadığım ama aynı yollarda bisiklet sürdüğüm Stephanie'yi selamlıyorum...

KAZALARA KARŞI DİKKATLİ OLUNMALI

Ulusal Seyahat Tutumları Araştırması’na göre, İngiltere’de yaşayan üç kişiden ikisi trafikte bisiklet sürmenin kendileri için çok tehlikeli olduğunu düşünüyormuş. İşin ilginç yanı ise halihazırda bisiklet sürenlerin yüzde 57’sinin de trafiğe çıkmanın tehlikeli olduğunu kabul ediyor olması. Bir başka deyişle bisiklet kullananların yarısı "evet tehlikeli olduğunun farkındayım ama bunu göze alıyorum" diyor. 

Akan trafikte bisiklet sürmek kolay bir iş değildir. Her an dikkatli, her an tetikte olmanız gerekir. İki teker üzerinde giderken dengede durmak kadar arkadan ve önden gelen araçları kontrol etmek de önemlidir. Bir süre sonra bu kontroller otomatik olarak yapılsa da bisiklet kazaları çoğu kaza gibi genellikle bir anlık dalgınlık nedeniyle gerçekleşir.

Kazaların önemli bir kısmı ise araç sürücülerinin dikkatsizliğinden kaynaklanır. Bu yüzden araç sürücülerinin de bisikletlilerle mesafelerini korumaları ve aynalarını sürekli kontrol etmeleri gerekir. Çok basit gibi görünebilir ama araçlarda oturanların kapılarını yol tarafından açmaları bisiklet kazalarının en önemli nedenlerinden biridir. Bu sebeple çevreci ve ekonomik bir ulaşım aracı olan bisikletin yaygınlaşması kadar güvenli bir şekilde kullanılması da önem taşıyor.

                      



            
                                         

Stephanie’nin ölümün ardından iki yüzü aşkın bisikletçi onun öldüğü yolda yerlere yatarak barışçıl bir protestoyla yolların bisikletçiler için güvenli hale getirilme taleplerini dile getirmişler.




“Önce bir şey beni çeker, sonra ben onu çekerim”

Hiç yorum yok

“Deklanşöre basmak teknik bir süreç herkes fotoğraf çekiyor, ama içerik olarak bir şeyler söylemek için farkındalıklarınızın dolayısıyla da iyi bir altyapınızın olması gerekir.” Üç yıl önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve fotoğraf üzerine sohbet ettik.







Gulseren DAŞ

 Londra, Türkiye’deki ekonomik ve siyasal istikrarsızlık nedeniyle son yıllarda yoğun göç aldı.  “Beyin göçü” olarak adlandırılan bu göçün aktörleri, Londra’da zengin bir kültür sanat ortamının oluşmasına da önayak oluyor. Sanatçısından bilim insanına birçok alanda çalışma yürüten yeni kuşak göçmenler Türkiyeli toplumun İngiltere’deki geleceğini inşa ediyor.

Fotoğraf alanında eserler ortaya koyan, aynı zamanda eğitimler düzenleyen Nilay İşlek de yeni kuşak göçmenlerden. Üç yıl önce Londra’ya yerleşen fotoğraf sanatçısı Nilay İşlek’le göç hikâyesi ve fotoğraf üzerine sohbet ettik. Sanatta her dönemin kendi estetiğini yarattığını söyleyen İşlek, göçlerin de kendi toplumunu oluşturduğunu ifade ediyor.

Türkiye’den ayrılma kararı ile ilgili, “Galiba, insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân değiştirmek istiyor” diyen İşlek, Londra’ya son dönemde gelenlerin daha idealist bir yapıda olduğuna işaret ediyor. Türkiyeli toplumla ilgili proje hazırlıkları devam eden İşlek, kurduğu Artlens atölyesi ile sanat severlere alternatif bir mekânda sanat icra etme imkânı da sunuyor. Disiplinler arası çalışmalar yürütülen Artlens’te fotoğraf, sinema, tiyatro gibi sanat alanlarında eğitimler düzenleniyor. “Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim” diyen İşlek, fotoğraf çekebilmek için insanların farkındalıklarının olması gerektiğine vurgu yapıyor.

Sevgili Nilay, sohbetimize en klasik sorudan başlayalım, Nilay İşlek kimdir, kendini nasıl tanımlar, fotoğraf yolculuğu nasıl başlamıştır?

Nilay İşlek ben, yeterli midir?

Gayet yeterli...

Yolculuğum küçük yaşlarda başladı. Bunu her röportajımda anlatıyorum ama gerçekten de öyle oldu, o klasik tanım vardır ya, küçük yaşta elime bir kamera almam, ona heveslenmem ile başladı. Ama tabii fotoğrafçı olacağım diye bir niyetim yoktu. Üniversite çağına gelince, hadi bir bölüm oku dediklerinde ne yapayım diye düşünürken, gıda mühendisliği ilgimi çekti, aslında her şey yolunda gitseydi şu an bir gıda mühendisiydim. Ama aynı zamanda sanata da her zaman ilgi duyan bir insandım, üniversite öncesi uzun yıllar bir fotoğraf stüdyosunda çırak olarak çalıştım.

Alaylısınız o zaman!

Aynen öyle, alaydan okula geçen birisiyim. Fotoğraf stüdyosunda daha çok fotokopi çek, vesikalık çek ya da dükkânı işlet gibi işlere bakıyordum, yine de işin diğer kısmını keşfediyorsun. Ben alaylıyken de ustalarım çok iyiydi. Ama ben bu işi sanat bağlamında yapmak istiyorum dediğimde güzel sanatlara girmeye karar verdim. Güzel sanatları keşfettikten sonra artık o konuda yoğunlaştım, fotoğraf derneklerine gittim, o alanla ilgili insanlarla tanıştım. Dört yıl lisans, yani fotoğraf bölümü okudum sonra durmadım, işin akademisine girmek istiyorum dedim, yüksek lisansımı tamamladım. Akabinde doktoramı sinema televizyon alanında yaptım. Hayatım boyunca fotoğraf üreten bir insan oldum ve bir dakikadan sonra da bu tecrübemi paylaşmaya karar verdiğim. Bu noktada da bir sanat merkezi kurmaya karar verdim. Sadece fotoğraf değil, farklı disiplinlerde işler yapan bir merkez. Ama temelde fotoğraf eğitimi veren bir atölye kurup artık hayatımı yedi yirmi dört buna adadım.

Göç kararı aldığınız zaman Londra’ya gelmenizde ne etkili oldu, şu an burada ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?

Gri havası...

Gri havasını bilmem ama, ışığı güzel, çok güzel kareler çıkabiliyor...

Kesinlikle, şaka bir yana hakikaten ışığı çok etkileyici. Biz defüze ışığı severiz, güneşli havalar sert ışık verir, ama tabii ki sadece neden o değildi. Ne zamanki göç etmeye karar verdim, yaşadığım hayatı değiştirmeye karar verdim, o zaman bir arayışım oldu; nerede olur, nasıl olur diye. Ama aaa ille de Londra olsun diye bir duygum yoktu. Londra’da yaşayan bir arkadaşım sanatçı oturumundan bahsetti. “Exeptional Talent” diye bir vize, şu an “Global Talent” diye geçiyor. Onun önerisiyle araştırma sürecine girdim. Neredeyse karar verdikten üç yıl sonra buraya taşındım. Bu ülkeye, sanatçı kabulü alarak geldiğim için çok mutluyum. Üç yıldır da burada yaşıyorum, üretiyorum, gri havasını seviyorum.

Bir kadın fotoğrafçı olarak ya da göçmen olarak yaşadığın zorluklar var mı?

Açıkçası göç etmekle ilgili bir sıkıntım olmadı, şöyle diyeyim nereye geldiğimi, niçin geldiğimi, neler yapabileceğimi biliyordum. Olası sorunları öngörerek geldim. Tabii alışma süreci, özlem gibi durumlar oldu. Ya da normalde konuşkan biriyken dil bariyeri nedeniyle konuşamadığım zamanlar oldu.  Karakter olarak çok çabuk adapte olan biriyim, o yüzden çok zorluk yaşadığımı söyleyemem. Şanssızlıklar ya da şanslı olduğum durumlarla karşılaştım ama tabii ki bunlar hayatın getirdikleri. Kadın fotoğrafçı tanımını bir kere kabul etmiyorum. Ben fotoğrafçıyım, niye sen orada bir kadın erkek diye ayırıma götürüyorsun ki? Ben fotoğraf üretiyorum, ben yeteneğimle buradayım, yani yeteneğin kadını erkeği yoktur. Kadın olarak değil de bir fotoğrafçı olarak sıkıntılarım oldu. Varolma çabası veriyorsun bir kere. Ha maalesef dünyada kadın olmak bir eksi ya, mesela işte Türkiye’de yarışmalar oluyor, jüriler davet ediliyor ancak kadın jüri üyesi çok az. Fotoğraf üreten kadın mı yok, var, ama jüri olarak orada yok. Ben kendi dönemimde Türkiye’deyken hep jürilerde tek kadındım. Niye tektim ben? Burada da benim çalıştığım çevrede bir tane iki tane fotoğraf işi yapan kadın var. Yine çoğunlukla erkek baktığında.

‘Kadınlara özgüvensizlik aşılanıyor’

Erkek egemen bir kültürü var bu mesleğin. Sen, yeteneğini ispatlamak için çalışıyorsan ya hani, kadın olarak bunun bir iki katı daha çalışıyorsun. Kadınlara hep özgüvensizlik aşılanıyor. Ay yapamazsın, bak çocuk var, tamirhaneye gidip fotoğraf mı çekeceksin, aman o mitinge gidip fotoğraf çekme, tek söyleyebileceğim hayallerinden vazgeçmesinler. Hani kendinde yetenek olduğuna inanıyorsa, diğer kimliklerini bıraksın kenara, kadını erkeği, evlisi bekarı, çoluklusu çocuklusu, annesi yani ben anneysem ya da ben şuysam yapamayacak mıyım, hayır ben o iş karşısında nasıl, ne koyuyorum ortaya ben buna bakarım ve nitekim insanlara bana böyle bakmaları gerektiğini empoze etmeye çalışırım.

Türkiyeli toplumla bir diyaloğun oldu mu, ya da bir aidiyet duygusu geliştirdin mi?

Tabi ki de ilişkilerim var, sonuçta geldiğimde önce kendi toplumumdan insanlarla tanışmayı tercih ettim. Ve şeyi gördüm, bir fark var aslında, önceki dönemde gelen insanlar ile son beş yıl içinde gelenler arasında fark var. Herkes kendi döneminde değişik sebeplerle gelmiş.  Geçen gün mesela, çok sevdiğimiz bir yazarın çok etkileyici bir yazısı vardı, göçle ilgili ‘İnsanlar sadece beyin mi ki, bu sadece beyin göçü değil, kalp göçü’ diye. Şimdi, dert sadece başka bir ülkeye gitmek, para kazanmak, çalışmak değil, yeni gelenler hep idealizm ile geliyorlar. Hep kafalarında planlar, programlarla geliyorlar. Hepsinin ortak noktası heyecan. Galiba, insan heyecanını kaybettiğinde, kalp kırgınlıkları yaşıyor, mekân değiştirmek istiyor. Ben üç yıldır buradayım, beş-on yıldır burada olan insanlarla tanıştım, ama otuz yıldır burada yaşayanları tanımıyorum. Güzel bir topluluk oluşmaya başladı, herkesin idealist tarafı var, o duyguları hala besliyor. Sanatta her dönem kendi estetiğini yarattığı gibi her göç de kendi toplumunu yaratıyor. Benim de bu toplumla ilgili projelerim var ve ilerleyen dönemlerde bunları gerçekleştirdikçe sizinle paylaşacağım.

Artlens’ten biraz bahseder misiniz, bu proje nasıl ortaya çıktı, kimlerle çalışıyorsunuz? Türkiye’de de bir devamı var, hatta burası aslında Türkiye’nin devamı ...

Artlens, art ve lens kelimelerinden türettiğimiz bir isim. Sanatın, lensin gözü anlamında. Okulu bitirdikten sonra, hani herkes akademiye girmeye çalışır ya ben akademik eğitimi dışarı çıkarabilir miyiz derdine düştüm. Atölye mantığıyla çalışacak bir sanat eğitim merkezi kurmaya çalıştım. Eğitim merkezi de demek istemiyorum, bir atölye; gelip oturup iki çay kahve içip sanat konuşabileceğin bir ortam... Ve yaklaşık on iki yıl önce İzmir’de kurdum Artlens’i.  İlk başta fotoğraf eğitimi veriyordum, tek hoca bendim. Sonra sinema, tiyatro vs gibi diğer sanat dallarını da harmanladık ve bambaşka hocalarla çalışmaya başladık.  Hocalarımız hep akademik altyapıya sahip ya da alanında kendisini ispat etmiş kişilerden oluştu. Londra’ya geldiğimde de en iyi bildiğim iş üretmek, o yüzden de Artlens’in Londra ayağını oluşturmaya karar verdim. Geldikten yaklaşık bir yıl sonra burayı açtım. Paneller, söyleşiler, sunumlar yaptık, dersler yaptık. Daha çok fotoğraf, video ve sinema eğitimleri versek de insanlar arası iletişim gücünü arttırdığı için oyunculuk eğitimi de gerçekleştirdik. Ve yapmaya devam ediyoruz.

“Formasyon altyapısı önemli”

Çok değerli eğitmenler ile çalışıyoruz. Ders vermek bambaşka bir şey. Sen mesleğini, sanatını çok iyi icra eden biri olabilirsin, ama bu demek değildir ki sen onu başkasına öğretebilecek yapıdasın. Ben bu noktada biraz seçici davranıyorum. Formasyon altyapısının olması benim için önemli. İnsan ilişkileri iyi olan, eğitmenlik tarafı gelişmiş insanlarla çalışıyorum. Örneğin video derslerimizi yönetmen Suat Eroğlu veriyor. Pandemi öncesi tiyatrocu Melisa Kenter ile temel oyunculuk üzerine bir eğitim düzenledik. En son felsefe atölyesini Pelin Dilara Çolak yaptı. Dilber Duygu Temel var, ressam. Sadece resim değil resim ve diğer sanat dallarını birleştirebildiğimiz çalışmalar yapacağız kendisiyle.

Fotoğraf üreten biri olarak ne tür kaynaklardan besleniyorsunuz, örnek aldığınız sanatçılar var mi?

Örnek aldığın fotoğrafçı yok aslında, beğendiğim, feyz aldığım isimler var. İlham aldığım fotoğraf kuramcıları var. Mesela John Berger, fotoğraf üzerine yazıyor, işte beni en çok etkileyen isimlerden bir tanesi David Bate, Susan Sontag yani bunlar fotoğraf üzerine kuramsal söz söyleyen insanlar. Bence herkesin gözü farklı, ben neden besleniyorum, mesela ben hiçbir zaman fotoğraf ile ilgili teknik kitap okumadım. Çünkü fotoğraf tekniği en kolay öğrenilecek şey.

“Londra inanılmaz renkli bir şehir”

Kamera kullanmayı öğrendin ancak denklaşöre basma sürecinde seni ne itiyor ona? Önce birşey beni çeker, sonra ben onu çekerim. Bir şeylerin beni çekebilmesi için benim farkındalıklarımın olması gerekir. Yani ben sokakta böyle çok boş yürüyorsam, ya da ne bileyim işte yaşadığım yeri farklı görmemeye başlamışsam, bir şeyler beni çekmeyecektir.  Mesela gri havasını seviyorum, ancak Londra inanılmaz renkli bir şehir. Sadece olaya hava durumu olarak bakmıyoruz tabii, burada insanlar rengarenk giyiniyorlar, benim en son bir renk projem vardı, ben o projenin çoğunu Londra’dan çıkardım. Havası gri ama insanları çok renkli. Mesela bana ilham veriyor. Ne yapıyorum çok gözlemliyorum, kuramsal yanından çok gidiyorum, işte dediğim gibi kendime feyz aldığım yazarlar var, işte Susan Sontag fotoğraf üzerine yazar ama tek kare fotoğraf çekmemiş. O söz söylüyor. İzlediğim filimler beni çok etkiliyor, dinlediğim müzikler beni etkiliyor.

Karantinanın başında, bir fotoğraf projesi hazırladın, boş Londra sokaklarını çektin, ondan bahseder misin?

Eugène Atget’in 1927’deki ölümüne kadar sürekli çektiği Paris sokakları vardır, kendisinden sonraki birçok fotoğrafçıyı etkilemiştir, belge niteliğindedir eserleri.  Ben de boş Londra sokaklarını çekmeye karar verdim. Karantinaya gireceğiz, sokaklar boşaldı ve biranda işte herkes böyle evlere kapanacak, bizim bir günde milyonlarca insan gördüğümüz caddelerde kuş uçmuyor olacaktı. Ben de böyle son dakika golü olsun diye makinayı aldım ve çıktım. Baya böyle sekiz dokuz saat hiçbir araca binmeden yürüdüm. Belli noktalara gittim, biraz seçtim. Tower Bridge işte Trafalgar, günlük milyonlarca insanı ağırlayan yerler. Benim gittiğim yerlerde, örneğin Trafalgar’da sadece bir adam ile köpeği yürüyordu. Önce tuhaf duygular hissettim sonra dedim ki ben bunları fotoğraflamalıyım.

“Geleceğe fotoğraf çekiyorum”

Derdim estetik ya da sanat yapmak değildi. Bunlar ilerde bir kanıt oluşturacak, biraz işi belgesel hale getirmekti amacım. Bunun on yıl sonrasında işte Londra bu haldeydi diyebileceğimiz fotoğraflar olsun istedim. Hatta bu fotoğraflar şimdi önemli değil. Mesela şimdi bakıyoruz ya 1930’larda Londra’ya, karantina fotoğrafları da ne zaman değerlenecek biliyor musun bir on yıl sonra on beş yıl sonra. Hatta ben şöyle dedim, ben günümüze fotoğraf çekmiyorum, ben geleceğe fotoğraf çekiyorum. Şimdi konuşulmasalar da olur, ama benden sonra onlar bir belge, kanıt oluşturuyorsa benim için o zaman başarıdır. Çok güzel bir iş oldu. Bu projenin devamını da yapmayı planlıyorum. Eski yoğunluğuna kavuştuklarında bu alanları tekrar fotoğraflayacağım. Belki o zaman bir sergi de düşünebilirim.

Görsel kültür çağında yaşadığımız kabul ediliyor. Fotoğrafçı ya da fotoğraf üretimi, her şeyin artık görüntü üzerine kurulduğu bu dönemde nerede konumlanıyor?

Benim yüksek lisans tezim “Gürsel Kültür ve Toplumsal Bellek Bağlamında Sayısal Fotoğrafın Estetiği” idi. Analok dönemin bittiği ve artık dijitale geçilen 2003’te yazdım, yani herkesin fotoğraf üretmeye başladığı bir evrede... Görsel kültür dediğimiz şey aslında, biz görsel belleğimizi besliyoruz. Yani sen yaşadığın dönemi kayıt altına almak istiyorsun. Mesela “eidetic memory” denen bir şey var. O görsel bellek kareleri kaydediyor, bu bazen çocuğun, bazen bir selfin ya da turistik bir fotoğraf oluyor. Kaydetme duygumuz bir envanter oluşturuyor, tarihsel bir envanter. Her şeyden önce bireysel arşivimizi oluşturuyoruz. O yüzden deklanşöre basma süreçleri çok fazla. Herkes fotoğraf çekiyor. Fotoğraf çekmek için görmemize bile gerek yok, görme engelli fotoğrafçılar da var. Teknik anlamda denklanöire basabiliyorsan fotoğraf üretiyorsun demektir. Bizim derdimiz ürettiğin o fotoğraftaki söylem ne? Kayıt herkes yapabiliyor ama içerik oluşturmak, donanım gerektiriyor, entelektüel birikim istiyor. Farkındalıkların olacak ki sorgulayacaksın, cevaplarını fotoğraf ile ortaya koyabileceksin. O yüzden içerik anlamında çok az fotoğraf çekiliyor. Bakıp, ‘a bunu nasıl çekmiş’ dediğimiz fotoğraflar altyapı gerektiriyor bu da okumakla mümkün oluyor. Felsefe, sosyoloji, psikoloji, matematik bilmek gerekiyor. O zaman sokakta bulduğun bir çöp, senin için artık bir çöp olmaktan çıkıyor. Sen onu küresel ısınmadan tut da kentsel dönüşüme kadar birçok şeyle anlamlandırabiliyorsun. Söz söyleyen bir insan oluyorsun.

Peki Nilaycığım, bu güzel sohbet için teşekkür ediyorum. Son olarak, Londra’da nereler fotoğraflık?

Turist gözüyle bakarsanız, Tower Bridge, Big Ben ya da London Eye ilk akla gelenler. Ancak nereyi çekerseniz çekin, işin püf noktalarını bilmeniz gerekir. Benim “bak gör, bekle çek” diye bir eğitimim var. Neden, çünkü öyle açılar var ki aynı yeri yüzlerce farklı şekilde çekebilirsiniz. Zaman değişebilir, sabah ya da akşam çektiğiniz çok farklı fotoğraflar olacaktır. Yani o ilk gördüğün anda çekmeli misin? Yoksa beklemek ve farklı açılar yakalamak mı gerekir, eğitimin içeriğinde bunları ele alıyoruz. Tabii ki Big Ben gibi turistik mekânlarda fotoğraf çekineceğiz, çekeceğiz ama Londra sokaklarını gezmek de önemli. Mesela ben kitapçıları gezerken Londra’nın eski fotoğraflarının yer aldığı albümler buluyorum. Sanatsal bir ifade koyacaksan ortaya, proje üreteceksen geçmişe bakman gerek, fotoğrafçı olarak nerede durduğunu, ne yapabileceğini görmen lazım. Beni rahatsız eden, söz söylemek istediğim konularda proje yapmaya çalışıyorum. Benim için fotoğraflık konular bunlardır. Söyleyecek bir sözü olan herkesi de Artlens’e beklerim. Instagram adresimizden bize ulaşabilirler (@artlens_london). Teşekkür ediyorum.




“Köle olmak mülteci olmaktan iyidir”

Hiç yorum yok

Kemal Siyahhan’ın Mülteci adını taşıyan romanı Sel Yayınları tarafından 2016’da basıldı. Siyahhan bu romanda, Afganistan’daki iç savaş ortamından kaçıp bin bir güçlükle Türkiye’ye gelen Ezelhan’ın Zeytinburnu’ndaki zorlu yaşam mücadelesini konu ediyor.

Tuncay Bilecen

tuncaybilecen@gmail.com


Göç, göçmen, sığınmacı, mülteci gibi kavramlar artık göç çalışmalarının dışına çıkarak gündelik ve politik hayatın da gündemine oturdu. Özellikle Suriye’de yıllardan bu yana devam eden iç karışıklığın 5 milyon Suriyelinin ülkesini terk etmesine neden olması ve Suriye dışında dünyanın pek çok ülkesinden de ister zorunlu olsun ister gönüllü olsun devam eden göç hareketleri, göçmenlik meselesini tüm boyutlarıyla dünya kamuoyunun gündeminde tutuyor.

AVRUPA'DA YENİ BİR HAYALET DOLAŞIYOR

Avrupa ve Amerika’da yeni bir hayalet dolaşıyor: göçmen hayaleti! Avrupa ve ABD’ye çeşitli yollarla akın eden göçmenler sadece nüfus yapısını, sosyo-ekonomik yapıyı değiştirmekle kalmıyor, ülkelerin politik hayatlarını da değiştiriyorlar. Göçmen karşıtı hareket, Kıta Avrupa’sından İngiltere’ye kadar politik yelpaze içerisinde aşırı sağcı partiler içerisinde konumlanmış durumda. İngiltere’nin Avrupa Birliği’ndeki kaderini tayin edecek olan referandumda AB’den çıkma taraftarlarının en önemli argümanları göçmenlerin İngiltere’yi “istila” edecek olmasıydı. Almanya’daki eyalet seçimlerinde Merkel’in partisi Hıristiyan Demokratların peş peşe hezimete uğramasında da yine göçmen karşıtı parti AFD’nin (Almanya için Alternatif) etkisi yadsınamaz. Avrupa’nın yeni hayaleti olan göçmenleri günah keçisi ilan eden, bütün fenalıkların göçmenlerden geldiğini ileri süren propaganda toplumun belli bir kesimi üzerinde gayet etkili oluyor. Bu da, “göçmenler geldi ücretler düştü,” “göçmenler yüzünden işimizi kaybediyoruz”, “göçmenler yüzünden değerlerimizi kaybediyoruz”, “göçmenler teröristtir” gibi ifadelerin yarattığı atmosfer içerisinde düşük ücretlerle çalışan, ayrımcılığa uğrayan, çoğu zaman temel gereksinimlerini dahi karşılayamayan göçmenlerin yaşadıkları insanlık dramı görünmez hale geliyor. 

                                                   Kemal Siyahhan


"MÜLTECİ"
İşte Kemal Siyahhan’ın Mülteci romanı bu yakıcı sorunu, kaçak yollarla İstanbul’a gelen Afgan Ezelhan’ın gözünden bizlere aktarıyor. Ezelhan’ın yerleşmek için Zeytinburnu’nu seçmiş olmasının pratik bir nedeni var: Afganistan’dan gelen göçmenler genellikle bu ilçede yaşıyorlar. Bu yüzden Zeytinburnu’na “Küçük Afganistan” dendiğini öğreniyoruz romandan. Göçmenler aralarında kurdukları sosyal dayanışma ağları ile o bölgeye göçü adeta çekiyorlar. Dünyanın her yerinde aynı kültürü, aynı değerleri paylaşan göçmen topluluklar zor koşullarda hayatta kalmak ve aralarındaki dayanışmayı güçlendirmek için ortak mekânsallıklara ihtiyaç duyuyorlar, tıpkı Berlin’de Kreuzberg’in “Küçük İstanbul”, Londra’da Green Lanes’in “Küçük Türkiye” olarak anılması gibi…

Ezelhan’ın ev arkadaşı Lorin geçimini Zeytinburnu’nda bir dönerci dükkânında döner keserek sağlamaktadır. Lorin, soydaşlarının bir arada yaşama gerekliliğini şu şekilde ifade ediyor: “Kendi sokağında pis köpek bile bir kaplandır diye boşuna dememiş büyüklerimiz, burası gurbet, yokluk, çaresizlik, birbirimize yardımcı olmazsak kim bize el uzatır.” Bu sözleri üzerine Ezelhan Zeytinburnu’nda çoğaldıklarını artık buranın onlar için gurbet olmaktan çıktığını dile getirse de arkadaşını ikna edemiyor. (S.54)

Ezelhan ve Lorin yine de şanslı olan kaçak göçmenlerdendir. Hiç olmazsa başlarını sokacak bir evleri ve karınlarını doyurdukları işleri var. Zaman zaman köprü altlarında kalan kaçak göçmenlere yardım etmek için onların yanlarına gidiyorlar. “Yanımızdaki soydaşlarımızın tamamı kaçak, hiçbirinin sosyal güvencesi ve oturma izni yok. Ayrı ayrı hikâyelerini dinlerken anlıyoruz ki evlilik ve yuva kurmak hepsine hayal gibi geliyor.” (S.146)  

Romanda, Türkiye’yi transit ülke olarak kullanıp Avrupa’ya geçmek niyetinde olan kaçak göçmenlerin içinde bulundukları koşullar Ezelhan’ın gözünden aktarılıyor: “Oturup sohbet ediyoruz neredeyse on beş günden beri yarı aç yarı tok burada olduklarından, kimsenin kendileriyle ilgilenmediğinden yakınanların bazıları gözyaşlarını tutamıyor. Buradaki insanların anlattıklarına yabancı sayılmam, Afganistan merkezi hükümeti ile Taliban arasında kaldıklarını, insanca yaşamaktan uzak olanların son çareyi kaçmakta bulduklarını tedirginlikle ifade ediyorlar. Avrupa’ya direkt geçiş yapmalarına Türkiye’nin izin vermediğini ve elde avuçta ne varsa harcayıp bitirdiklerini söyleyen bir diğeri ancak deniz yoluyla ulaşmalarının kurtuluş olabileceğini kısık sesle fısıldıyor.” (s.50)

Birçok soydaşı gibi Lorin ve Ezelhan da oturum izinleri olmadan kaçak olarak yaşamaktadırlar. Bu yüzden çalışma izinleri de bulunmamaktadır. Göçmen emeğinin sömürüsü de işte burada başlamaktadır. Çaresiz durumda olan göçmenler çok düşük ücretlere tamah etmek zorunda kalmaktadırlar. Nitekim romanda Ezelhan’ın piyasanın üçte biri fiyatına İngilizce dersi verdiğini görmekteyiz.

Oturum izninin göçmenlerin güvencesi olduğu, romanda sık sık dile getirilmektedir. Lorin, geride bıraktığı mektupta bu gerçeği dile getirmektedir: “Oturma iznin olmadığı için biz yokuz derdin hep; sana kızardım. Şimdi hak veriyorum, biz yokuz; ömrümüz, kelebekler kadar.” Kaçak yaşamak polisten kaçmaktan ibaret değildir. Örneğin evinin önünde dayak yiyen Ezelhan, “durumun iyi değil hastaneye gitmelisin” (s.181) diyenlere, kaydı olmayan bir insana doktor nasıl bakar, diye düşündüğü için olumsuz yanıt veriyor.

"ARAPLARA TANINAN HAK BİZDEN ESİRGENİYOR"

Oturum iznini almanın vatandaşı olunan ülkeye göre farklılık gösterdiği, özellikle Suriye ve Irak’tan gelenlere kolaylık sağlandığı yine Ezelhan’ın ağzından dile getiriliyor. “Feyzullah karşılıyor, oturma izninin deveye hendek atlatmak kadar zorlaştığını, Irak ve Suriye’den gelen Araplara tanınan statüden bile mahrum olduğumuzu müjdeymiş gibi vermesini üzüntüyle karşılıyorum. (…) Sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin bir politikası bu.” (s.152-3) Kurdukları dernekte bir araya gelen göçmenler bir an önce oturum izinlerinin halledilmesi için uğraş veriyorlar.  Romandaki diyaloglardan, oturum izni almanın zorlaşmasının Türkiye dışına çıkmayı teşvik ettiğini de öğreniyoruz. Örneğin bu konuda aralarında çıkan tartışma sırasında bir göçmen, “sana katılmak isterdim ama gerçek farklı; Araplara tanınan haklar bizden esirgeniyor, bundan sonra Batı’ya kaçmanın yollarını arayabilirim” (s.171) diyor. Nitekim İçişleri Bakanlığı’na bağlı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün 2015 Türkiye Raporu’na göre 2015 yılında Türkiye’de yakalanan düzensiz göçmenler arasında Afganistan uyruklular 35.921 kişiyle Suriye’den sonra (73.422) ikinci sırada yer alıyor (goc.gov.tr).

Göç eden kişi bir taraftan kendi değerlerini yaşatmaya çalışırken, bir taraftan da bulunduğu toplumun değerlerine uyum sağlamaya çalışır. Bu durum çoğu zaman bir çatışmaya yol açtığı için melez kimliklerin veya kimliksizleşmenin oluşmasına neden olabilir. Romanda, Ezelhan’ın dilinden bu duygu şu şekilde karşılığını bulmuş: “Hayatım boyunca düzgün ve kararlı adam olmak için savaşıp çaresizlikle boğuşurken, sonunda bir yere ait olamama noktasına geldim.” (s.12)        

YABANCI OLMAK

Yaşanılan ayrımcılık deneyimi bir yere ait olamama duygusunu tetikliyor. Kitapta göçmenlerin maruz kaldıkları ayrımcı muameleye ilişkin pek çok örnek bulmak mümkün. Kaldıkları izbe apartmanda çıkan yangının komşular tarafından Afgan göçmenlere bağlanması üzerine Ezelhan gözyaşlarını içine akıtıyor. “karabasan gibi çöküyor bu sözler, cevap vermeye bile gerek duymuyorum, yüzüne bakarken gözyaşlarım içime akıyor.” (s.43) Apartmanda yaşanan hırsızlık olayının şüphelisi olarak kendilerinin gösterilmesini üzerine ise “lanet olsun, yabancı olmak başkasının malına mülküne tehdit olarak mı algılanmalı diye sormak isterdim onlara.” (s.142) diye içinden geçiriyor. Dikkat edilirse roman kahramanı, her iki olayda da bu ithamlarda bulunanlarla diyaloğa girip kendini savunmak yerine susmayı tercih ediyor. Bu da göçmenlerin ne denli kırılgan ve içine kapanık bir ruh hali içerisinde olduklarını gösteriyor. 

Roman kahramanları yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide salınırken intihar düşüncesi her daim kafalarını kurcalıyor. Ne ki yetiştirildikleri dini değerler intihar etmelerine izin vermiyor. Ezelhan bu duyguya kapıldığında babasının “İntihar edersen yerinin neresi olduğunu biliyorsun, öğretilenleri uygulamanın bizleri cennete taşıyacağını da unutmamalısın” sözünü hatırlıyor. (s.10) Fakat içine düştüğü çaresiz anlarda bu duygu ile baş etmekte zorluk çekiyor: “Allah’ım yardım et, huzur ver, demekten başka ne gelir elimden. Yatak çarşafım uzun zamandır yıkanmadığı için sararmış, kendimi kirli hissediyorum; her zamankinden daha kirli ve mutsuz. Yatağa girdiğimde duvarlar, kapı, pencere, her şey bağırarak konuşuyor, kulağımda büyük bir çınlama sesi, ölmek istiyorum.”

Romanın iki kahramanını da yaşamın zorluklarından bir an olsun alıkoyan şey yaşadıkları aşklardır. Lorin, çalıştığı dükkâna gelen Afgan kıza âşık olur. Bu aşk ona kendisini ülkesinde hissettirmesine neden olur. “Yoksulluk ve yalnızlıktan çaresizdim, onu aynı mezara girecek kadar kendime, yüreğime perçinlemiştim. Vatanıma kavuşmuştum sanki; göçmen değildim, ben de insanım diyordum güçlü durmalıydım, kucaklayacak sığınağı olacak kadar güçlü olmalıydım.” (s.57)

"KÖLE OLMAK MÜLTECİ OLMAKTAN İYİDİR"

Ezelhan da İngilizce dersi verdiği çocuğun İngilizce öğretmeni olan teyzesine âşık olur. Ancak burada da ağır bir değerler çatışması ile karşı karşıya kalır. Afganistan’da içinde büyüdüğü toplumun değerleri İstanbul’da bir kadınla ilişki kurmasını güçleştirmektedir. Örneğin kadının içki içmesi, onu evine davet etmesi veya şort giymesi ne kadar anlayışlı olursa olsun Ezelhan’ın kabul edebileceği şeyler değildir. Romanın genelinde bu türden çatışmalara sıkça rastlamak mümkün. Biz bir örnekle yetinelim: “Özgül hayranlık uyandırırken sonunda yorgun şekilde denizden çıkıp kumlara uzanıyor, bu yatış çileden çıkaracak gibi, yanı başımızdan geçen her insan alımlı vücuduna bakmadan edemiyor. Afganistan’da olsaydı her halde taşlanıp  ya da yakılarak öldürülürdü diye düşünüyorum.” (s.180)

Nihayetinde Lorin de, Ezelhan da sevdiklerine kavuşamıyor. Yoksulluk, imkânsızlık bir yana ikisinin de aşamadığı temel mesele “değer çatışması”dır. Lorin, Katre’nin ailesinin geleneksel tutumunu değiştiremeyip suça karışıyor, Ezelhan ise Özgül ile başka dünyaların insanları olduklarını anlayarak gerçek anlamda “mülteci” olmaya karar veriyor ve Türkiye’den kaçıyor. Kitabın “beklenen” beklenmedik sonu da bu sırada yaşanıyor.

Yazıya başlığını veren sözü ise Zeytinburnu’ndaki Afgan toplumundan Abdülmelik Amca ediyor. “Dünyanın neresine giderseniz gidin iyi koşullar bulsanız bile en az beş on sene çekersiniz, koşullar kötü giderse inanın köle olmak mülteci olmaktan çok daha iyidir çocuklar.” (s.171)

 

 

 📌Kemal Siyahhan, Mülteci, Sel Yayınları, 2016

 

 



 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesini “coğrafi sınırlama” ile kabul ettiği için Avrupa dışındaki ülkelerden gelenler mülteci statüsünde kabul edilmemektedir.

Viyana'da Yeni Hayat: ALİ GEDİK'İN GÖÇ HİKÂYESİ BÖLÜM II (YOUTUBE VİDEOSU)

Hiç yorum yok

 Ramazan Yaylalı’nın Ali Gedik’le gerçekleştirdiği söyleşinin ikinci ve son bölümünde göçmenliğin zorlu ilk yıllarını geride bırakan Ali Gedik’in Viyana macerasına tanıklık edeceksiniz.



Gedik, Viyana’da kendi deyimiyle bir süre “gurbet içinde gurbet” yaşasa da kısa sürede Viyana’ya adapte olup burada bir gençlik merkezinde sosyal danışman olarak çalışmaya başlayacak ve bir dizi tesadüf sonucu Şivan Perwer’le tanışacak, bu tanışıklık bir dostluğa dönüşecek ve kendisiyle Avusturya’da birçok konser organizasyonuna imza atacaktır.

Bu söyleşinin başlıkları şöyle; 👉 Ali Gedik’in zorlu evlenme macerası… Dört defa istemelere gitmelerine rağmen kaynanasının kızını vermek istememesi. 👉 Müstakbel eşiyle paspas altına mektup bırakmak suretiyle uzun süre yazışmaları… 👉 1983’de eşi Sevim’i başka bir şehre kaçırması… Eşinin deyimiyle “sen kaçırmadın, biz birlikte kaçtık!” 👉 1986’da kızları Orkide’nin doğması. 👉 1989’un sonunda zorlu mücadelenin sonucunda Avusturya vatandaşlığını alması. 👉 Mücadele arkadaşlarıyla, Türkiye’deki sorunlar dışında Avusturya’daki sorunlara da eğilme gerekliliği konusunda yaşadığı çatışmalar… 👉 1990, Ekim’inde Avusturya’da genel seçimler öncesinde kendisine Yeşiller’den adaylık teklifinde bulunulması. Bulunduğu siyasi yapının bu teklifi “burjuva partisine girelim, belki bize bir faydası olur” şeklinde karşılaması. 👉 Bir göçmen olarak Yeşiller Partisi’nden ikinci sıra aday gösterilmesi. 👉 “Eyaletteki oy oranı düşünüldüğünde ben milletvekili olamazdım, ama bir göçmen olarak ikinci sıradan aday gösterilmem sembolik olarak müthiş bir mesajdı.” 👉 Adaylığına ilişkin olarak Avusturya basınının ırkçı neşriyata başlaması… Bir göçmen işçinin aday olmasına, onları temsil edeceğine tahammül edememeleri. 👉 Gelen tepkiler üzerine Yeşiller Partisi’nin Ali Gedik’ten geçmişini inkar eden ve ortamı yumuşatacak bir açıklama istemesi. Bunun üzerine adaylıktan çekilmesi. 👉 Bu adaylığı nedeniyle iki seneye yakın süre iş bulamaması… 👉 Bunun üzerine Voralberg eyaletinden 1993’te Viyana’ya taşınmaya karar vermesi. 👉 “Viyana’ya geldiğim ilk yıl gurbet içinde gurbet yaşadım.” 👉 Voralberg ‘i özlemesi… 👉 1994’te Viyana’da bir gençlik kuruluşunda, gençlik danışmanı olarak işe başlaması… 👉 Fabrika işçiliğinden sosyal danışmanlığa gelmesi entegrasyon sürecini hızlandırması. 👉 Dönemin Viyana’da yaşayan göçmen gençlere ilişkin gözlemler… 👉Kürt siyasal hareketine yakın durması. 👉 Şivan Perwer’le ilginç tanışma hikâyesi… 👉2002’de Şivan Perwer’le Avusturyalı sanatçı Willi Resetarits ile ortak projede bir araya getirilmesi. Avusturya’da bir konser organizasyonu yapılması. 👉 Daha sonra bu birlikteliğin birçok verimli çalışmaya vesile olması…




“Yalnızlığa dayanırım da, bir başınalığa asla”

Hiç yorum yok

Gerçek arkadaşlık, çıkar hesabı yapmaksızın arkadaşını olduğu gibi sevmek, onu hatalarıyla, kusurlarıyla kabul etmektir. Gün gelir, bitebilir arkadaşlıklar. Zaman, koşullar ya da yaşananlar insanları farklı kıyılara savurabilir. ‘Eski dost düşman olmaz’ ama eski günler de geri gelmez. Anılardaki yerini alır, siyah beyaz bir resim gibi solmaya terk edilir arkadaşlıklar…

 



Tuncay Bilecen

 

Bazı insanlar vardır; daha ilk görüşte bulundukları yere ait olmadıklarını anlarsınız… Hareketleri, konuşmaları, seslerinin rengi, en çok da gözleri ele verir onları böyle durumlarda… Hani Zerrin Özer’in seslendirdiği “Ne işim var burada benim, ben aslında caz severim” cümlesinin geçtiği şarkıyı gönülden söyler gibidirler…

Bir yere ait olmamak… Yersizlik, yurtsuzluk duygusu değil sözünü ettiğimiz… Kendi seçimini yapanlar, içlerine çöken bu duyguyla huzursuzluk içinde de olsa mücadele edebilirler… Yaptıklarına, kendilerine inanmalarıdır onları ayakta tutan…

HAYATLARINI BAŞKALARI İÇİN YAŞAYANLAR

Bir de seçimlerini kendileri yapmayanlar, hayatlarını başkaları için yaşayanlar vardır… Bu ruh halindekiler bazen kendilerini kaptırdıkları fedakârlık duygusunun bazen de kabuğunu kıramamanın, kendini gerçekleştirememenin verdiği basiretsizliklerinin esiri olurlar… Cahit Sıtkı’nın şu şiiri ne de yakışıyor onlara…

Ben bu dünyaya yanlış gelmiş olacağım ben
Ben öyle her insandan, o kadar uzağım ben
Yine bu gözlerimdir okşanacak şey arar
Yoksa içimde başka bir dünya hasreti var (Cahit Sıtkı Tarancı, "Bir Kapı Açıp Gitsem")

Sürekli nostalji duygusuyla, ben eskiden ne büyük bir adamdım iç geçirmesiyle mutsuzluğun, kimsesizliğin sağlaması yapılır ancak. Kimsesizlik… En doğru ifadeyle “insansızlık”tır bu amansız derdin adı. Bülent Ortaçgil’in bir şarkısında olduğu gibi, “yalnız yalnız, kimsesiz değil insansız.”

“KİMSESİZ DEĞİL İNSANSIZ”

İnsansızlık, yalnızlık demek değildir. Nice yalnızlar başta kendileriyle barışık olduklarından insansız değildirler. Oysa çevresi insanlarla doludur insansızların… Kendileriyle baş başa kalamadıkları için karanlıktan korkan çocuklar gibi ‘karton arkadaşlar’la çevirirler etraflarını…
Yalnız kaldıklarında ise işe verirler kendilerini… Yorulana, kendilerini unutana kadar beyhude işlerle boğuşurlar… Beklerler… Kimi? Hiç olmayan, olsa da gelmeyen birini; hiçbir zaman bitirilemeyecek, bitirilse bile bir şeye benzemeyecek bir işi…

Bedri Rahmi Eyüboğlu, Yalnızlık şiirinde yalnızlığın insanı hem vezir hem de rezil edeceğini şöyle anlatıyor:

yalnızlığın kadarsın
yalnızlığın mis kokmalı
yalnızlık dediğin büyük bir zindan
dünyanın en kalabalık zindanı
dinden imandan çıkarır
ama öyle bir adam eder ki insanı (
Bedri Rahmi Eyüboğlu, "Yalnızlık")

 

TEKNOLOJİ YALNIZLIK ÖĞÜTÜYOR

Yalnızlık insana neler yaptırmıyor? Kendini, sesini, soluğunu, rengini bulamamış insanları nasıl daldan dala savuruyor. Gelişen iletişim teknolojisi uzakları yakın etti, mesafeleri ortadan kaldırdı ama insanın yalnızlığının üzerine de kocaman bir kilit vurdu. Hele bu insan kendi başına varolmayı hiç öğrenemediyse… Şükür ki, teknoloji bütün yalnızların hizmetinde. Akıllı telefonlar yetişir böyle durumlarda imdada. Oradan oraya savrulurken yalnızlık da ufalanır gider parmakların arasından... 

Yalnız insan merdivendir/ Hiçbir yere ulaşmayan/ Sürülür yabancı diye/ Dayandığı kapılardan // Yalnız insan deli rüzgar/ Ne zevk alır ne haz verir/ Dokunduğu küldür uçar/ Sunduğu tozdur silinir// Yalnız insan yok ki yüzü/ Yağmur çarpan bir camekan/ Ve gözünden sızan yaşlar/ Bir parçadır manzaradan// Yalnız insan kayıp mektup/ Adresi mi yanlış nedir/ Sevgiler der fırlatılır/ Kim bilir kim tarafından (Louis Aragon, "Yalnız İnsan").

YALNIZLIĞI SEÇMEK

Yalnız insan, dönüp dolaşıp kendisinde karar kılar. Etrafındaki bütün ilişkileri; yaptıkları, yapmadıkları veya yapamadıkları nedeniyle tüketmiş bir başına kalmıştır. Bilir bunu bilmesine ama yine de toz kondurmaz kendisine. Ya bilinçli olarak yalnız kalmayı seçmiş gibi davranır ya da söylediğimiz gibi yapay arkadaşlarla doldurur etrafını.

İnsan her durumda içinde bulunduğu koşullara ilişkin bahaneler üretebilir. Savunma mekanizmamız yaptıklarımıza kılıf uydurmakla meşgul olur sürekli. Cahit Sıtkı, “Gerçek” adını taşıyan şiirinde böylesine bir züğürt tesellisine sığınmış gibi görünüyor: 

Can yoldaşın olmazsa olmasın/ Yalnızım diye hayıflanmayasın/ Eğilmiş üstüne gökyüzü masmavi/ Bir anne şefkatine müsavi/ Üç adım ötede deniz/ Dosttur, ne öfkesi ne durgunluğu sebepsiz/ Bir derdin varsa açılabilirsin ağaçlara/ Ağaç yaprak verir sır vermez rüzgara/ Ve kış yaz/ Dalda kuş eksik olmaz/ Dağ başında duman/ Yalnızlık nedir göreceksin öldüğün zaman (Cahit Sıtkı Tarancı, “Gerçek”) 

GERÇEK ARKADAŞLIK

Panait İstrati’nin “Akdeniz” romanında Adrien’e şunları söyletir: “Her zaman itiraf etmiştim: Yalnız kalınca ben bir işe yaramam. Birini, bir şeyi mutlaka sevmeliyim ben, yoksa kendimi bir mısır tarlasında hasattan sonra unutulmuş delik bir çanak gibi bomboş ve bir hiç gibi hissederim.”

Adrien’in sözünü ettiği sevme ihtiyacı mutlaka bir sevgiliye yönelik değildir. Zaten, İstrati’nin kendi yaşamından yola çıkarak kaleme aldığı bu dizi romanlarda Adrien sevgisini daha çok arkadaşlığa adamıştır. En çok da Mihail’e… Bu yüzden, ‘Arkadaş’ adını taşıyan romanının bir diğer adı da ‘Mihail’dir. İstrati’nin eserleri, dostluğun, arkadaşlığın manifestosu niteliğindedir. Adrien, arkadaşı uğruna, gözü yaşlı anasını, aşkını bir çırpıda geride bırakarak uzun yolcuklara çıkar. Istrati’nin eserlerinin her sayfasına insan sevgisi sinmiştir.

Yalnızlık insanın kendisiyle arkadaşlık etmesiyse, arkadaşsız insan yoktur. Ama gerçek arkadaşlık, çıkar hesabı yapmaksızın arkadaşını olduğu gibi sevmek, onu hatalarıyla, kusurlarıyla kabul etmektir. Arkadaş, dar gününde arkadaşının yanında olmak demektir. Bu yüzden unutulmaz; okul, asker ve mapushane arkadaşlıkları. Hayat insanları ayrı yerlere savursa da arkadaşlık baki kalır.

“Söyle bana arkadaşını söyleyeyim sana kim olduğunu” demişler. Bu deyim, kötü manada kullanılıyor olsa da, ağzımızdan dökülen sözcüklerden alışkanlıklarımıza kadar pek özelliğimizi arkadaşlarımızdan almışsızdır farkında olmadan.

SOLUP GİDEN ARKADAŞLIKLAR

Ne kadar yetenekli olursak olalım, bir yere gelmemizde içinde bulunduğumuz sosyal çevrenin, arkadaşlarımızın önemli bir payı vardır. Gün gelir, bitebilir arkadaşlıklar. Zaman, koşullar ya da yaşananlar insanları farklı kıyılara savurabilir. ‘Eski dost düşman olmaz’ ama eski günler de geri gelmez. Anılardaki yerini alır, siyah beyaz bir resim gibi solmaya terk edilir arkadaşlıklar… 

Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.
(Murathan Mungan, “Eskidendi, Çok Eskiden)

 

                                                                           



© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan