latest
haber

KÜLTÜR-SANAT

VIDEO

video

VELESPIT HİKAYELERİ

velespit hikâyeleri

GÖÇMENLERİN GÜNDEMİ

YEREL HABERLER

LONDRA GÜNLÜKLERİ

Bizim ne işimiz var burada!

8 yorum

Güzel kardeşim mis gibi işin, şahane maaşın var; orada düzenin kurulu, ne işin var Londra’da? Buranın havası hava değil, canım memleketimin yeşili ayrı yeşil denizi ayrı deniz, ne ararsan elinin altında, boş ver sen kal ülkende... Yıllarını göçmen olarak yurt dışında yaşamış bazı güzidelerimiz başka diyarlara göç etme niyeti olanlara böyle akıl veriyor bazen.



                                                                                                          Charlie Chapter


Öyle mi? Buyurun o zaman sizi alalım güzel yurdumuza...


Göçmenliğimin ilk günlerinde bir tanıdık vasıtasıyla Türkçe yayınlanan bir gazeteye iş görüşmesine gitmiş, çok bilmiş beyefendiye CV'mi uzatmıştım. Şöyle bir göz ucuyla bakmıştı cv'me ve sonra bana "Burası öyle bir memleket ki hanımefendi, havalimanına iner inmez şimdiye kadar yaptığınız her şeyi unutmalısınız, burada cv'nizin ne kadar iyi olduğunun bir önemi yok" demişti.

Burası bambaşka bir dünyaydı ve ben özgeçmişimle birlikte burada bir böceğe dönüşmüştüm. Usulca cv'mi önünden alıp çantama geri koyup sonra da esenlikler dileyerek yanından uzaklaşmıştım.


Izgarada bacon pişiyordu ve kafede son ses Sibel Can çalıyordu. İngiliz müşteriler “kapa artık şu müziği” diyor, patron kimseyi iplemiyor müziğin sesini sonuna kadar açıyordu. Londra'nın göbeğinde kimliğinin hakkını veriyordu abimiz. Büyük dayım bir görüşmemizde "kızım sen caaanım plazadan çık, kafede çalışmaya başla olacak iş değil" diye burun kıvırmıştı yeni kariyerime. Ben ise kafedeki mesaime doğru ilerlerken kendimi Stanley and Iris filmindeki Jane Fonda kadar güçlü ve gururlu hissediyordum.  Alnımın teriyle çalışmamın nesi tuhaftı? Değişik insanlar görüyor onları izliyor küçük notlar alıyordum arada. Her şey gayet normal ve güzeldi bence.

Bir keresinde çok sevdiğim Londra'ya turist olarak geldiğimde, caddenin birinde gecenin bir vakti mini eteğimle kendimi bir aşağı bir yukarı nedensizce koşarken bulmuştum. O zamanların sevgilisi şimdilerin çocuğumun babası yarim, deli danalar gibi koştuğumu görünce bana “ne yapıyorsun?” diye sormuştu gülerek, "ben bu ülkede kendimi çok özgür hissediyorum!" diye haykırmıştım. Gezi'den hemen sonraydı.  Özgürlüğümün kısıtlandığını daha çok hissetmeye başladığım günlerdi.  Beyaz yakalılar dünyasındaki çetrefilli ilişkiler ve etrafımdaki insanların samimiyetsiz tavırları derken her şey bir araya gelmiş, yoğun bıkkınlık hissiyle kaçmış buralara gelmiştim. Üstelik geldiğimde her şey bugünkü kadar kötü de değildi canım memleketimde. Hayatımın öngörüsüydü belki de ve göçme kararı almıştım.

İlk işim tezgâhtarlıktı. Afrika kumaşları satılan minik bir dükkândı. Siyah tenli beyaz dişli bir arkadaşımla beraber dükkânı açıp kapıyorduk. Esnaf olmuştum. Kendi kendime dükkânın önüne iki iskemle bir de tavla attık mı, bir de demlik ve çaydanlık ayarladım mı bu iş tamam, diyordum. Özgür ve mutluydum; geleceğe güvenle bakıyordum fakat tezgâhtarlık konusunda pek muvaffak olamamıştım. İnci dişli güzel kardeşim benimle iletişim kurmamış, beni biraz incitmişti ama olsundu.  Günü gelecek tüm bunları bir yerde yazacaktım. Hayatı boyunca pek fazla dibe batmamış biri olarak bunlar heybeciğime attığım bir avuç malzeme, geleceğe  manidar bir yatırım gibi geliyordu. Hem pek çok yazar çizer hep zor günlerden geçmemiş miydi; işte bunlar da benim o günlerimdi.

Evde kuru fasulye pilav pişiyor, cacıkla rakı içiliyor, Neşet Ertaş dinleniyordu.  Çok şükür bu yaştan sonra asimile olacak halimiz yoktu. Yerimiz yurdumuz belliydi. Londra'nın göbeğinde vatanımızın geleceği için oy kullanırken gözümüzden hıçkırıklı gözyaşı dökmüşlüğümüz vardı. İnsan gurbette daha farklı oluyordu. Güreş müsabakasında dünya birincisi olmuşken ve ay yıldızlı bayrağımız en yukarıya taşınırken hissedilen tüylerin diken diken olma hali gibiydi gurbette oy verme.  

Bence havalimanları bir şehir ve ülke hakkında pek çok ipucu verir. Vatanıma her gittiğimde daha havalimanında bile birçok farklılık hissetmeye başlamıştım. Orada kalan dostlarım arkadaşlarım zaten değişimin artık daha hissedilir olduğundan söz ediyorlardı. Sen uzaktan maval okuma diyenler oluyordu elbette ama hepimizin bildiği üzere bazı şeyler uzaktan daha iyi fark edilebiliyordu. Üzülüyorduk, çok üzülüyordum. Kaçıp gideceğine ülkende kalsaydın diyen dostlarımın da ülkemizde benim gibi üzülmek dışında bir şeyler yaptığına bir eyleme geçtiğine şahit olamamıştım. Olsun onlar benden daha vatanseverdi; çünkü Türkiye sınırları içindeydiler.


Sonra birçok arkadaşım bana göç etme niyetinden bahsetti. Kimseye sakın gelme demedim. Aksine herkese bildiğim kadarını anlattım, onlara elimden geldiğince cesaret vermeye çalıştım. Ben yapabildiysen siz de yapabilirsiniz dedim, dönmek isteyene gitme, dayan dedim. Bir avukat mesleğini burada yapamayacağını bile bile buralara gelmeyi göze aldıysa mutlaka bunun bir nedeni vardır. Yılların mühendisi ben bisikletle pizza dağıtıcam diyorsa bir şeyler canına tak etmiştir. Bir yazar çocuğunu alıp başka dillere doğru yollara düşüyorsa, bir marangoz bana orada daha çok değer verirler diyorsa ya da bir kız çocuğu kendini daha özgür hissetmek için, bir erkek çocuğu baskılara dayanamadığından, bir öğretmen yıllardır atanamadığı ve aç kalmak istemediği için buralara geliyorsa birilerinin gözü dönmüş ve bir şeyler ters gidiyor demektir. Birileri oralarda mutsuz demektir. Hakkettiği mutluluğu aramak isteyen canım insanlara “ne işin var buralarda ya da ne işin var oralarda?” deniyor.

Bir kız çocuğu ve bir kız çocuğunun annesi olarak ben kararımdan ötürü mutluyum. Başka bir ülkede, o ülkenin vatandaşı bile değilken daha çok saygı duyulduğunu hissediyorum. Kendi ülkemde duymadığım kadar çok teşekkür ediliyor, özür dileniyor. Ya sıradayken kuyruktayken birinin araya kaynamaması bile birini huzurlu hissettirir mi? İnşaatın altından geçerken kafama tuğla düşer mi diye endişelenmemek, yaya kaldırımdan geçerken bu araba acaba durur mu diye düşünmemek, daha birçok gündelik ve basit örnek sıralanabilir elbette... Bunlar kendimi iyi ve huzurlu hissettiriyor. Sırf bu nedenlerle bile evet bizim işimiz var buralarda. Gönül ister ki vatanımıza aynı iç huzuruyla yasayabilecek günler gelsin, hepimizin güneşli günleri olsun.


Hiçbir Yerdeki Adam bu kez Rutherford Theatre’da sahnelenecek

Hiç yorum yok

Anıl Can Beydili’nin yazdığı, Özer Arslan’ın yönettiği ve Kürşat Karaman’ın oynadığı tek kişilik oyun “Hiçbir Yerdeki Adam” 23 Kasım Cumartesi günü, Wimbeldon’da bulunan Rutherford Theartre’da seyirciyle buluşuyor.

 




Londra’da ilk defa sahnelendiğinde büyük beğeni toplayan Hiçbir Yerdeki Adam, bu kez Güney Londra’da seyirciyle buluşuyor.

Oyunun tanıtım yazısı şöyle:

“İkimiz de yola bakıp hayaller kuruyoruz. Ben bölüm şefi olmuşum, bu takım elbiseyi giyip ofise giriyorum. Herkes bana bakıyor. Öğle yemeğine nereye gidelim diye bana soruyorlar, ben nereye dersem oraya gidiyoruz! Yemekte hep ben konuşuyorum. Sonra hesap geliyor, hepsini ben ödüyorum! Bugün benden olsun arkadaşlar diyorum, hepsi hayran hayran bana bakıyor… sonra… bir anda hayal bitiyor.”

 

Oyun künyesi

Yönetmen: Özer Arslan (Oyun günü Türkiye’den gelip katılacak)

Yazar: Anıl Can Beydilli

Oynayan: Kürşat Karaman

 

Tarih: 23 Kasım, Cumartesi

Saat: 15:00

Yer:  Rutherford Theatre ( Wimbeldon High School )

Adres:  SW19 4AB (Wimbledon )

 

Bilet linki:

 https://www.trybooking.com/uk/events/landing/70422?qr=true&qr=true

Scale – up vizenin tüm detaylarını Avukat Yaşar Doğan'la konuştuk

Hiç yorum yok

 Home Office kısa süre önce ‘Scale-up vizesi’ne ilişkin ayrıntıları yayınladı.  Redstone Solicitors’tan Avukat Yaşar Doğan ile bu vizenin ayrıntılarını konuştuk.

 


                                                                                                    

Scale-up vizesi nedir?

‘Scale-up vizesi’; hızlı büyüyen ve belirli niteliklere sahip bir şirketin sponsorluğunda, yüksek nitelikli bireylere verilen bir vize türüdür. Bu vizenin amacı, hızlı büyüme potansiyeline sahip şirketlerin istikrarlı bir şekilde büyümeye devam etmelerini sağlamak için uygun nitelik, beceri ve tecrübelere sahip çalışanlar edinebilmelerinin önünü açmaktır.

Bu vizeye kimler başvurabilir?

Scale-up vizesi adaylarının karşılamaları gereken bir dizi gereksinimler bulunuyor. Bunların başında, İngiltere’de faaliyet yürüten uygun niteliklerdeki bir sponsor şirketten, üniversite mezuniyeti seviyesinde nitelik ve beceri gerektiren bir iş teklifi almış olmak geliyor. Diğer gereksinimlerin bazıları şunlar: (i) 18 yaşından büyük olmak, (ii) geçerli bir sponsor sertifikasına sahip olmak, (iii) teklif edilen işin gerçek bir pozisyon olması ve yalnızca vize edinmek amaçlı olmaması, (iv) teklif edilen maaşın belirli bir seviyenin üzerinde olması, (v) İngilizce dil şartını yerine getirmek ve (vi) finansal gereksinimi karşılıyor olmak.

Bu durumda, Scale-up vizesi sponsorluk gerektiriyor. Bunu açıklar mısınız?

İlk duyurulduğunda, Scale-up vizesinin sponsor şirket gerektirmeyeceği söyleniyordu. Ancak, detaylar ortaya çıktıkça, bu vize türünün de ilk etapta bir sponsorluk gerektireceği netleşti. Başvuru sahiplerinin İngiltere’de bu vize türü altında geçirecekleri ilk 6 aylık dönem için uygun bir sponsor şirkete ihtiyaçları bulunuyor. İlk 6 aylık periyodda sponsor şirket için çalıştıktan sonra, tercih eden Scale-up vize sahipleri sponsor şirketlerinden ayrılabilirler.

Scale-up vizesi için sponsor lisansı edinmek isteyen şirketlerin karşılamaları gereken belirli kriterler mevcut. Öncelikle, mevcutta en az 10 çalışana sahip olmak gerekiyor. Ayrıca, şirketin son 3 yılına bakıldığında, işçi sayısı veya yıllık ciro bakımından yüzde 20 oranında artış olduğunun ispatlanması elzemdir. Bu kriterleri sağlayabilecek şirket sayısının sınırlı olacağı kanaatindeyiz.

Hangi meslek mensupları bu vizeden daha kolay yararlanabilir?

Bu vize türünden yararlanabilecek meslek gruplarının listesi Home Office web sitesinde mevcut. Genel olarak, üniversite mezuniyeti seviyesinde nitelik ve beceri gerektiren meslek grupları mensupları için oluşturulmuş bir vize rotasıdır. Başvuru sahiplerinin üniversite mezunu olması şart değil. Ancak, doldurulacak iş pozisyonunun üniversite mezuniyeti seviyesinde nitelik ve beceri öngörmesi gerekir. Üniversite mezunu olmasa da, bu boşluğu iş tecrübesi ile tamamlamış olan adaylar da bu vize türünden yararlanabilir. Tabii, üniversite mezunu olmadan bu kriterleri karşılayabilecek birey sayısı da sınırlı olacaktır. Uygun meslek gruplarına birkaç örnek olarak şunlardan bahsedebiliriz: Yönetim Kurulu Başkanları, diğer üst düzey şirket yöneticileri, insan kaynakları müdürleri, bilişim direktörleri, banka müdürleri, sağlık servisi müdürleri, sağlık çalışanları, sosyal servis müdürleri, mühendisler, mimarlar, yazılım uzmanları, okul müdürleri, avukatlar, muhasebeciler, vs.

Bu vizeye başvurmak için hangi seviyede İngilizce dil bilgisine sahip olmak gerekir?

Scale-up vizesinin B1 düzeyinde İngilizce dil bilgisi şartı bulunuyor. Bunu karşılayabilmek için; İngilizce okuma, yazma, konuşma ve anlama alanlarında B1 ve üzeri seviyede Home Office onaylı bir dil testi geçmiş olmak gerekiyor.

Asgari maaş şartını açıklar mısınız?

Scale-up Vize sahiplerinin almaları gereken asgari maaş şu şekilde. Minimum yıllık maaş £33,000, saatlik maaş £10.58 veya ilgili meslek grubunun genel-geçer maaş seviyesi daha yüksek ise, ilgili seviyede maaş alacak olmaları gerekiyor.

Pekiyi, buradaki finansal gereksinim nedir?

Scale-up vizesi’ne başvuracakların, başvuru tarihinde ve onun öncesindeki belirli bir periyodda banka hesaplarında bulunması gereken asgari bir miktar söz konusu. Yalnız başına başvuru yapacaklar için bu miktar £1,270. Bağlı olarak başvuracak eş ve çocuklar için ayrıca belirli miktarlar sağlanması gerekir. Sponsor şirketin, başvuru sahibinin ilk aylık masraflarını karşılayacağını taahhüt etmesi halinde bu miktarların sağlanması gerekmiyor.

Vize uzatmaları ve kalıcı oturum almak mümkün mü?

Evet. Sponsor şirketiniz için 6 ay çalıştıktan sonra ve asgari maaş gereksinimini karşıladığınız sürece, 3’er yıllık uzatmalar almak mümkün. Bu vize ile 5 yıllık bir ikamet süresinin ardından, kalıcı oturum için başvuru yapılabilir.

Scale-up Vizesi ile aile fertleri de İngiltere’ye getirilebilir mi?

Scale-up Vizesi sahipleri, eşlerini ve 18 yaşını doldurmamış çocuklarını İngiltere’ye getirebilirler.

Bu vizenin başvuru sahibi için maliyeti nedir?

Sponsor lisansı ve sponsor sertifikası masraflarını sponsor şirketin kendisi karşılayacaktır. Başvuru sahipleri kendi başvuru ücretlerini karşılamak durumunda olacaklardır. Başvuru ücretleri başvuran başına £715 olup, İngiltere’de kalınacak her yıl için £624 sağlık harcı da ödenmesi gerekir. Avukat veya danışman aracılığıyla başvuru yapılması durumunda, bu servisler için de ayrıca bütçe ayırmak gerekecektir.

Başvuru süreci nasıl işliyor ve sizce vizenin neticesini almak ortalama ne kadar süre tutacak?

Basitçe anlatmak gerekirse, uygun bir sponsor ve iş pozisyonu bulduktan sonra, sponsor şirketin sponsor sertifikası edinip başvuru sahibine iletmesi gerekir. Akabinde, önce internet üzerinden ilgili başvuru formu tamamlanıp, destekleyici dokümanlar sisteme yüklendikten sonra, başvuru sahibi biyometrik kayıt randevusuna katılıp başvuru sürecini tamamlamış olacak. Normal koşullarda, bu başvuru türü 3 haftalık bir sürede karara bağlanır.

Ankara Anlaşması’ndan çeşitli gerekçelerle ret almış biri bu vizeye başvurabilir mi?

Ankara Anlaşması veya başka bir vize türünden ret almış olmak, Scale-up vizesi’ne başvurmanın önünde bir engel teşkil etmez. Elbette, daha önce ret almış olmak, sonradan yapılan vize başvuruları üzerinde bir önyargı oluşturabilir. Ancak, bu durum tek başına ve kendi içinde ret gerekçesi oluşturamaz.

 

Yaşar Doğan, Solicitor Advocate

Redstone Solicitors

 Unit B, 17 Downham Road, London N1 5AA

 Tel:      0203 940 5959

Fax:     0203 940 5966

 Web:    www.redstonesolicitors.co.uk

 

*Bu yazı ilk defa 15 Eylül 2022 tarihinde Olay Gazetesinde yayınlanmıştır.

https://olaygazete.co.uk/turk-toplumu/scale-up-vize-sahipleri-sponsor-sirketlerinden-ayrilabilir.html

 

Suna Alan EFG Londra Jazz Festivali’nde sahne alıyor

Hiç yorum yok

Kürt müziğinin büyüleyici sesi Suna Alan, 2019 yılında sahne aldığı EFG Londra Jazz Festivali’nde bir kez daha dinleyicileriyle buluşmaya hazırlanıyor! Kürt Alevi müziğinin çağdaş temsilcilerinden olan Suna Alan, 24 Kasım 2024 Pazar günü saat 19:00’da, Londra’nın karakteristik mekanlarından Jamboree’de sahne alacak.



Suna Alan’ın müzik yolculuğu, kültürel çeşitlilik ve sanatsal ifade dolu bir kutlama niteliğinde. Kalbi Kürt halk ezgilerinde atarken, repertuarında Ermeni, Rum, Arap, Sefarad ve Türkçe şarkılara da yer vererek müziğini zenginleştiriyor. Her bir ezgisi Suna’nın eşsiz ve içten yorumunu yansıtarak unutulmaz bir deneyim vaat ediyor.

Sanatçı, daha önce Southbank Centre’ın “Women in Music” konser serisi ve Royal Albert Hall’daki destek konserleri gibi önemli sahnelerde yer alan Suna, kültürleri ve sınırları aşan büyüleyici performanslarıyla dinleyicileri etkiliyor.

 

Adres: 6 St Chads Place, London, WC1X 9HH.

 

Konser biletleri ve detaylar için: https://www.jamboreevenue.co.uk/events/suna-alan-2/

 

 

Suna Alan to Perform at the EFG London Jazz Festival

 

The enchanting voice of Kurdish music, Suna Alan, is preparing to reunite with her audience at the EFG London Jazz Festival, where she previously performed in 2019! A contemporary representative of Kurdish Alevi music, Suna Alan will take the stage on Sunday, 24 November 2024, at 7:00 pm at one of London’s distinctive venues, Jamboree. Address: 6 St Chads Place, London, WC1X 9HH.

 

Suna Alan’s musical journey is a celebration filled with cultural diversity and artistic expression. While her heart beats with the melodies of Kurdish folk songs, she enriches her music by including Armenian, Greek, Arabic, Sephardic, and Turkish songs in her repertoire. Each melody reflects Suna’s unique and heartfelt interpretation, promising an unforgettable experience.

 

Previously featured on significant stages such as the Southbank Centre’s "Women in Music" concert series and fundraising concerts at the Royal Albert Hall, Suna captivates her audience with her mesmerising performances that transcend cultures and borders.

 

For concert tickets and details, visit: https://www.jamboreevenue.co.uk/events/suna-alan-2/

 

 

“Herkes Büyür Elbette” okuyucuyla buluştu

Hiç yorum yok

Cambridge’te yaşayan şair, yazar Sultan Karataş’ın Herkes Büyür Elbette başlıklı kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından yayımlandı.

 


Sultan Karataş’ın gezi yazısı, deneme, anı ve öykülerinden oluşan Herkes Büyür Elbette başlıklı kitabı Londra merkezli yayınevi Press Dionysus tarafından geçtiğimiz aylarda okuyucuyla buluşturuldu.

Feyza Hepçilingirler, Arin Dilligil Bayraktaroğlu ve kitabın editörü Tuncay Bilecen’in ve Feyza Herkes Büyür Elbette’ye ilişkin yorumları şu şekilde:

Herkes Büyür Elbette; anlatı, anı, öykü, gezi yazısı ve şiirlerin harmanlandığı bir yolculuk kitabı… “Yolculuk” ifadesi burada somut anlamıyla da bir metafor olarak da kullanılabilir; çünkü hem yazarın yıllar önce terk etmek zorunda kaldığı yurduna yaptığı ziyaretlere, gezip gördüğü yerlere ilişkin gözlemlerine hem de kendi içinde geçmişine doğru yaptığı yolculukta zihninde canlanan hatıralarına tanıklık ediyoruz bu kitapta. Böylece bir yandan tam da pandemi döneminde tarihi Diyarbakır, Mardin, Urfa sokaklarında edebiyatla yoğrulan bir yolculuğa çıkarken bir yandan da 70’li yılların İstanbul’una, yoksul gecekondu mahallelerine ve oradaki sımsıcak dostluklara uzanıyoruz.

“Adı hayat işte; geçiyor gerçekle düş arasında, hikâyeler yazmak gerek, unutmamak, unutulmamak adına” diyor Sultan Karataş. Herkes Büyür Elbette’de gerçekle düş arasında şiirli bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?

Tuncay Bilecen

 



Tarihsiz günlükler gibi görünüyor ilk bakışta. Ama günlük mü bunlar? Kimi zaman anı, kimi zaman öykü, kimi zaman şiir, hatta kimi zaman mektup olan bu yazılar sadece günlük sayılabilir mi? Gözlenen, yaşanan, gerçek hayattan damıtılmış bu kısacık yazıları okudukça yaşanmışlık bütün içtenliğiyle sımsıcak sarıyor insanı. Kimi zaman som şiir kesiliyor anlatı, kimi zaman öyküye dönüşüyor; bir uzun hava ile bozkırlara taşınıyor; bir özdeyiş ile düşüncelerin gölgesine bırakıyor insanı. Bir bakıyorsunuz “sağ elinin iki parmağıyla ağzının kıyılarını temizleyerek” konuşmaya başlayan hala, doğrulup çıkıyor anlatıldığı öyküden, karşınıza geçip kulağınızdan ve aklınızdan silinmeyecek, bilgece öğütler veriyor size. “Çocukluk bir kez yaşanan, ölünceye dek okunacak bir başucu kitabı gibidir,” diyor ya yazar, kendi çocukluk kitabını hep açık tutuyor. Her ihtiyacı olduğunda “herkesin aynı derecede doymayarak” eşitlendiği o geçmiş hazinesinden, capcanlı yaşattığı çocukluğundan, bir tutam anı çıkarıyor; rengârenk fırlatıyor önünüze. Sultan Karataş hangi ülkenin hangi sokağında olursa olsun bütün ayrıntıları yakalayan bir gözle bakıyor çevresine; yaşanmış zamanlardan hangisini anlatırsa anlatsın kuşku duyulmayacak bir içtenlikle yüreğini açıyor okuruna. Sonunda sizi kendisine, kendisini size yol arkadaşı ediyor; anlattıkları sizin yaşanmışlıklarınız kadar gerçeklik kazanıyor.

Feyza Hepçilingirler

 

Herkes Büyür Elbette, şair Sultan Karataş’ın üçüncü anı-anlatım kitabı. Karataş, şiirimsi düz yazı tekniğini, düz yazıya benzer şiirlerle zenginleştirerek, sanatsal öğelerle harmanlayarak, pek çoğumuzun bakıp da görmediği veya görüp de üstünde durmadığı gerçekleri zengin bir ifade becerisiyle okuyucuya sunuyor.

Kitap bir yandan okuyucuyu güneydoğu Anadolu’daki güzellikler arasında tarihsel acılara değinerek gezdirirken Diyarbakır, Mardin, Urfa, Göbeklitepe, Ergani gibi yerlerin güler yüzlü, sevecen insanlarıyla tanıştırıyor, diğer yandan İstanbul’un varoşlarına uğrayıp oralardaki yaşam koşusuna seyirci yapıyor.  Kitabın tümünde yöresel manzaraları seyrediyor, yöresel yiyecekleri tadıyor, yöresel renkleri izliyor, yöresel kokuları içinize çekiyorsunuz, ama bir o kadar da sessiz çığlıkları dinliyorsunuz.

Karataş’ın “Hafıza”sı anlatılan ortamların özellikleri yanı sıra acıma, korku, sevinç, sevgi gibi duyguları da depolamış. En basitinden, sevginin, bir anahtar deliğinde bile nasıl paylaşıldığını anlamak için bu öyküyü okumak gerek. Çevresinde duyduklarına ve gördüklerine duyarlı olan yüreklerin karamsarlığını yansıtan, kaçışı çocukluk anılarında arayan, okuyucuyu nefes nefese bırakan yazılar bunlar. Her satırı bir felsefe incisi. Sultan Karataş’ın bu ufacık yüreğine nasıl doldurmuş Yaradan bu okyanus genişliğindeki bilgeliği, anlamak zor.

Açıl susam açıl. Bence her kitap meraklısı bu hazineye ortak olmalı.

Arin Dilligil Bayraktaroğlu

 

Yazar Hakkında

Sultan KARATAŞ, İstanbul doğumludur. İlk, orta ve lise eğitimini İstanbul’da tamamladı. 1980 sonrası farklı dergi ve gazetelerde çalışan Karataş, 1995’te politik mülteci olarak İngiltere’nin Cambridge şehrine yerleşti. Cambridge, Anglia Ruskin Üniversitesi’nde “İngiliz Dili ve Dilbilim” üzerine lisans eğitimi aldı. Lisans tezini, “Politikada Dilin Manipülasyonu” üzerine yaptı. Halen Cambridge’de yaşayan Karataş, İngilizce ve Türkçe dersler vermekte, tercümanlık yapmaktadır. Yazarın, şiir, anı-anlatı çalışmalarının yanı sıra, İngilizce’den Türkçe’ye çeviri çalışmaları devam etmektedir. Kendisinin hazırlayıp sunduğu ‘Olduğu Gibi’ programı Komün Tv’de ayda bir yayınlanmaktadır.

Yayımlanmış eserleri: Metris’ten Mektuplar (2015), Dilsiz Bir Ağıt (2017), Kısacıktı Boyu Elma Ağaçlarının (2019).


Kitabı Türkiye dışından edinmek için bu linke tıklayın!


 Kitabı Türkiye'den KİTAPYURDU üzerinden temin etmek için bu linke tıklayın!

LSE’de söyleşi: “Dijital Çağda Gençlik: Türkiye Odaklı Küresel Trendler"

Hiç yorum yok

 


Dijital teknolojilerin dünyanın dört bir yanındaki gençlerin yaşamlarını yeniden şekillendirdiği bir dönemde, Londra Ekonomi Okulu (LSE) Çağdaş Türk Çalışmaları programı New York Üniversitesi'nden Profesör Selçuk R. Şirin’in katılımıyla “Dijital Çağda Gençlik: Türkiye Odaklı Küresel Trendler” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirecek. Sosyal medya, yapay zeka ve daha geniş dijital ortamın gençlerin kimliklerini ve ruh sağlığını küresel olarak nasıl etkilediğini anlamak için kavramsal bir çerçeve çizecek olan Şirin, söyleşide özellikle Türkiye'ye odaklanacak.

Etkinlik Önemli Noktaları:

* Sosyal medya ve yapay zekanın gençlerin kimliği ve ruh sağlığındaki rollerinin incelenmesi
* Küresel araştırmalardaki kritik boşlukların vurgulanması, hizmetten mahrum bölgelerin öne çıkarılması
* Gençlerin dijital zorluklarla başa çıkmalarını desteklemek için stratejiler

Konuşmacı:
Gençlik gelişimi ve marjinalize topluluklar uzmanı olan Profesör Selçuk R. Şirin, bu güncel konulardaki kapsamlı araştırmalarından edindiği bilgilerini paylaşacak.

Moderatör:
LSE Avrupa Politikaları Profesörü ve Çağdaş Türk Çalışmaları Başkanı Profesör Yaprak Gürsoy, etkinliği yönetecek.

Etkinlik Bilgileri:
Tarih: Cuma, 29 Kasım 2024
Saat: 18:00 - 19:00
Yer:  Old Theatre, Old Building, LSE
Katılım: Ücretsiz ve herkese açık - kayıt gerektirmez

Bu önemli ve ilham verici etkinliği kaçırmayın!



(L)ezo Gelin..!

1 yorum

Bu yazıda, 90’lı yılların Avusturya’sının küçük bir şehrine uzanıyoruz ve Türkiyeli ikinci nesil bir genç kız olan Lezgin’in ilginç hikâyesine tanıklık ediyoruz.

 Ramazan Yaylalı
Editör: Fatoş Gül Özen




İçine fırtlatıldığımız toplumsal alan (sozial raum) yani aile, toplum ve sınıfın içinde “anlam-dünyamız” (sinnwelt) inşa edilir. Bu süreçte benliğimiz, arzularımız, beğenilerimiz, davranış kalıplarımız, ideolojilerimiz, hatta flört ve aşkı anlamlandırma ve deneyimlerimiz bile aynı paralellikte inşa edilir. Yani hangi ‘mekâna’ yazılmış ise kaderimiz, o ‘hakikat’ ile kuşatılır ‘anlam ve kimlik’ dediğimiz şey...

Bu inşa sürecinin bir diğer önemli ayağını “zeitgeist” yani “zamanın ruhu” oluşturur. Zeitgeist anlam dünyamıza rengini veren, ona ayrı bir biçim kazandıran, mühim bir olgudur. Zamanın ruhu anlamın kalbidir desek abartmış olmayız...

Fakat iki zamansallık ve mekân arasında bir bölünme söz konusu olduğunda yani geist ya da özne iki farklı “zeit” ve “mekân” arasında sıkışmış ise bu durumda anlam evrenimiz ve sahip olduğumuz benlik kelimenin tam anlamıyla bölük pörçük parçalanmış halde bulunur…

Böylece benlik, bir bölünmüşlük içinde olgulara anlam verme ve onu simgesel dünyaya oturtma konusunda kendini ikili bir evrende bulur... Olguları anlamlandırma boyutu bundan sonra tekli bir mekâna ve zamansallığa sığmayacak kadar bir “fazlalılığa” dönüşür. Çünkü deneyimlenen “şey” artık “kurgunun” ötesindedir.    

İşte göç deneyimi (Fremdwelterfahrung) bu “fazlalığın” daha doğrusu bu “çoklu gerçekliğin” (multiple realities) en somut örneğidir. Bir evrenden başka evrene geçmekle birlikte “Sinnwelt” kompleks bir hal alır, artık eskisi gibi sabit ve tek düze değildir, Weberci bir bakış ile ifade edersek artık büyü bozulmuştur ve kurgu özneyi artık “avutacak” kadar inandırıcı değildir.

Biraz daha da somutlaştırarak ifade edersek, örneğin “zihin haritaları” on altıncı yüzyılı değerler dünyasına göre şekillenmiş taşralı Anadolulu bir göçmenin ‘anlam dünyasından’ uzak başka bir mekâna ve “zeistgeist’a” göç etmesi tam da böyle bir parçalanmaya, kopuşa ya da “fazlalığa” örnektir.

Göçmen için “kökten” yani kendi “öz-zamansallığından ve mekânından kopuş ve ötekine zoraki tutunuş derin bir ontolojik kriz içerir. Böyle bir durumda geriye doğru bir kapanışa yani “asr-ı hazır’ın” dayattığı hakikaten kaçarak geçmişi “muhafaza” ederek bu krizin üstesinden gelinmeye çalışılacaktır. Dolayısıyla “ötekinin evreninde” kendi “öz evrenini” muhafaza ederek bu “fazlalılığını” dışarıda tutmayı arzulayacaktır. Kısacası Jacques Lacan’nın da çok güzel ifade ettiği gibi ''özne artık kendinle ne yapacağını bilemediği zaman, arkasında kendini koruyacağı bir şey arar” ve bu koruma ruhsal bir gereksinim olarak kaybolmuşluk hissini minimum düzeyde tutmak için başvurulan bir savunma mekanizmasıdır.

Fakat bazen bütün bu çabaya rağmen kurguyu ayakta tutmak pek mümkün olmayabilir, çünkü evin içinden bir SES bu “fazlalığı” dışarıya kusarak bütün bir kurguyu yerle bir eder ve kelimenin tam anlamıyla birey kendisini ansızın “gerçekliğin çölünde” bulur ve o çölde “gerçeğin” dayanılmaz ağırlığı öznenin varoluşsal mekânını olan bedeni kızgın bir güneş ile kavurur…

İşte o sese ve o itiraza bir örnek olarak sizinle Lezgin’in hikâyesini paylaşmak istiyorum. 

Lezgin bir direnişin sesi..!

Dönem 90’lı yılların Avusturya’sının küçük bir şehrinde Türkiyeli ikinci nesil bir genç kızın hikâyesi, yani Lezgin’in hikâyesi…

Lezgin Avusturya’da feodal ve geleneksel bir ailede yetişmişti, o geleneksel değerler dünyası içinde benliğini ve kimliğini inşa etmiş, aynı anda iki farklı kültürde iki farklı dilde farklı anlam dünyasında hayatı yorumlamaya çalışmış tipik ikinci nesil göçmen bir kızımız.

Bütün bu karmaşık ruh hali içinde, bir gün çalıştığı Fast-Food şirketinde yeni işe girmiş iş arkadaşı Polonya asıllı Natalia’yla tanışır. Natalia ise Lezgin’e göre daha liberal bir ailede yetişmiş ve hayatını kendi öz kararlarıyla ailesinden bağımsız şekillendirme şansına sahip yine ikinci nesil bir göçmendir.

Hemen hemen aynı yaşta olan iki iş arkadaşı, uzun bir arkadaşlık döneminden sonra aralarındaki arkadaşlık bağının bundan daha fazla olduğunu fark ederler ve bu bağ duygusal yani tutkulu bir aşk ilişkisine dönüşür.

Kaçış Zamanı

Lezgin küçük bir şehirde yaşamaktaydı, herkesin neredeyse birbirini tanıdığı bu şehirde gerek ailesi olsun gerek o şehirde yaşayan feodal göçmen Türk ve Kürt toplumu olsun Lezgin için bir handikaptı. Çünkü Natalia’yla yaşadığı ilişki o toplum ve aile için kabul edilecek bir ilişki biçimi değildi. Dolayısıyla sürekli gizli bir şekilde ilişkisini yaşamakta olan Lezgin uzun zaman sonra ansızın Natalia’ya açılarak yaşadıklarını anlatır ve o şehirden ayrılıp başka bir ülkeye kaçmayı teklif eder.

Natalia için şehirde yaşamak ve ilişkisini sürdürmek sorun değildir, çünkü hem ailesi hem çevresi daha ılımlı görüşlere sahip olduğu için Lezgin gibi bu ilişkiyi gizli yaşamak zorunda değildi. Fakat söz konusu Lezgin olduğu için onunla birlikte başka bir şehre taşınmaya da razıydı. Natalia ailesine açılarak Lezgin’le birlikte başka şehre taşınacaklarını iletir, aile bu kararına saygı duyduklarını ve istediği zaman geri dönebileceğini, kapılarının ona her zaman açık olduğunu belirtir.

Mayıs ayında Lezgin ve Natalia gizlice evden bavullarını hazırlayıp trene biner ve başka bir şehire kaçarlar. Kaçış gününden bir gün sonra Lezgin’in ailesi kızlarından haber alamayınca iş yerlerini ararlar. Kızlarının işyerine gelmediğini duyunca aile telaşlanır, etrafta kim var kim yoksa kızlarının nerde olduğunu sorarlar.

Birkaç gün sonra ise polise başvururlar. Fakat hiçbir ses seda yoktur. Aile gittikçe telaşlanır, tam o sırada Lezgin’in annesi çekmecede bir mektuba rastlar. Mektupta Lezgin açık açık iş arkadaşı Natalia ile ilişkilerini deşifre eder ve beraber başka bir ülkeye göç ettiklerini bildirir.

Aile tam bir şok içindedir. Kendi kültür dünyasında anlamlandıramadıkları bu ilişki türüne ve onun birlikte kızları Lezgin’in hiç kimseye haber vermeden evini terk edip gitmesine şok olmuşlardır. Aile bir yandan çocuklarının kendilerini habersiz terk etmelerine üzülürken, diğer taraftan onu bu kaçışa iten sebebin hakikatiyle ayrı bir hüzün içindeydiler.

Kaç yüzyıllık heteronormatif dünyalar, böyle bir şeyle ilk defa karşılaşıyorlardı. Avrupa’da bu tür yaşam biçimlerini duymuş ve uzaktan olsa da tanık olmuşlardı. Fakat bu tür hayat stilinin kendi dünyalarında asla var olmayacağına inanmışlardı. Bunun evrensel bir hakikatten çok, kültürel bir hakikat olduğunu düşünüyorlardı. Dolayısıyla bunu ötekinin bir meselesi olarak adlandırıyorlardı. Fakat o hakikat ansızın kendilerine de çarptığında, onunla nasıl baş edeceklerini hiç mi hiç bilmiyorlardı ve bu onlar için sarsıcı, trajik deneyimdi.

Bu “trajik hakikat” o mektupla birlikte evin içine bomba gibi düşmüştü, öyle bir yankılanıyordu ki ses, dört duvar içinde muhafaza edilen geçmiş ve tarih yerinden oynuyordu. “Anlam” pusulası kendini kaybetmiş bir şekilde şaşkın halde oradan oraya savruluyordu. Bu sarsılma hem aile için hem Lezgin için zor bir sürecin habercisiydi.

Bütün Aşiret Tedirgin!

Bir yandan bu krizler yaşanırken, ailelerin yaşadığı o küçük kentte olayla ilgili dedikodular hızlıca kulaktan kulağa yayılmıştı bile. Biraz gerçek biraz kurmaca hikâye ağızdan ağıza aktarılıyordu. Aileleri ister istemez bir utanç duygusu sarmıştı, uzun bir süre kimselerle görüşmemeye karar verdiler. Çünkü meseleyle ilgili sorgu ve sorulara cevap verecek durum da değillerdi. Ne de olsa onlar da bütün yaşananlara bir anlam veremiyordu. Ve bir süre eve kendi içine kapanır aile.

Bu sancılı süreç devam ederken olayla ilgili dedikodular sadece yaşadıkları şehirde değil, çok geçmeden doğduğu topraklarda yani memleketlerine de ulaşmıştı. Ailenin yarası köyde yaşıyordu, haber memlekette duyulunca doğal olarak bütün bir aşiret olaydan haberdar olmuştu. Son derece feodal ve geleneksel değerler biçimlenmiş, aşiret üyeleri de anlamdırılması zor bir olayla karşı karşıyalardı.

Ama belki de bu meselenin en saf yerinde duran Lezgin’in babaannesi yani aşiretin yaşça en büyüğü Xalti Naze’ydi.

Yaşça aşiretin en büyüğü olan babaanne yani Xalti Naze’nin kulağına bu dedikodular gelince o da neye uğradığını şaşırmıştı. (Xalti Kürtçede teyze demektir ve Halti diye okunur). Çok geçmeden Xalti Naze torununun hakkında söylenen bu söylentilerle ilgili bilgi almak için Lezgin’in babasını arar. Babaanne torunu Lezgin için çok endişelidir. Xalti Naze ve Oğlu arasında telefonda geçen o konuşma:




Xalti Naze: Oğlum bu söylentiler nedir? Lezgin nerededir, nereye gitmiştir?

Baba: Başımıza maalesef böyle bir olay gelmiştir, biz de çok üzgünüz. Lezgin  evi terk etmiştir, gitmiştir.

Xaltı Naze: Torunum neden kaçtı? Sebebi nedir?

Baba: Bilmiyoruz. Gavur bir kız ile kaçmışlar.

Xalzti Naze: Ya oğul keçik keçikê çı mo direvînin? (Kız kızı niye kaçırsın ki …?)

Baba: Nizanım dayê (bilmiyorum anne)

 

Judith Butler gelse Xaltı Naze’yi ikna edemezdi!

Hem aile, hem aşiret hem de Xaltı Naze için aynı cinsten iki insanın birbirini      sevmesi ve bunun uğruna ailelerini terk edip kaçmalarına anlam veremiyorlardı. Yani onların “heteronormatif” dünyalarında böyle bir kategorinin varlığı söz konusu bile değildi. Erkeklerin sevdiklerini kaçırmaları, o yörede yıllarca var olan bir husustu. Yani buna zaten aşinaydı aşiret, ancak aynı hem cinsten iki kadının birbirlerini sevmesi ve ilişkiye girmesi onlar için çok tuhaf bir gerçelikti. Babaannenin en son oğluna telefonda şaşkın bir şekilde “Ma keçik keçikê paçî dike?” (Kız kızı öper mi?) sorusu bu şaşkınlığın en somut haliydi belki.

Babaanne Naze bir türlü bu hakikati “simgesel dünyasına” oturtmayı beceremiyordu. Herhangi bir simgesel gerçeğe uymayan bu hakikat Xaltı Naze’yi çok tedirgin ediyordu. Dolayısıyla ya bu hakikatle barışacaktı ya da onu büküp kırıp kendi simgesel dünyasına oturtacaktı. Nitekim ikincisi tercih edilmişti. Hakikat bükülüp kırılıp var olan simgesel kurguya entegre edilecekti.

Lezgin’in bu sıra dışı eylemi “ruhsal” bir bozukluk olarak anlamlandırılacaktı. Xaltı Naze ve aşirete göre, Lezgin kendini şaşırmıştı. Belki de ona büyü yapılmıştı. Dolayısıyla onun bir an önce iyileşmesi ve doğru bir hayat seçmesi için dua etmekten başka çare kalmamıştı. Kurgulanan bu sonuç onları bir an olsun rahatlatmıştı. Neden sonuç ilişkisi kurulmuştu ve hakikat bükülerek kendi özüne “sinnwelte” yani sembolik dünyasına uygun bir şekilde entegre edilmişti.

Eve Geri Dönüş

Uzun bir zaman sonra Lezgin ile Natalia ayrılma kararı alırlar ve ilişkilerini sonlandırırlar. İlişkilerinin bitmesiyle birlikte tekrar ailelerinin yanına geri dönerler.

Lezgin’in tekrar eve dönmesiyle aile derin bir nefes almıştı. Hem anne hem baba için çocuklarının kendilerinden uzak, habersiz yaşadıkları süre onları çok yıpratmıştı. Sonunda kızları eve döndüğü için çok mutlu olmuşlardı.

Fakat bu mutluluk uzun sürmeyecekti. Çünkü aileyle yaşanan olayların bir an önce unutulması arzu dışındaydı. Yani aileler meseleyi bir an önce gündemden düşürmek niyetindeydi ve topluma da cevap niteliğinde olacak bir plan yürütmeye kararlıydılar. Bunun için ise Lezgin’in anne babasının uygun gördüğü toplumsal normlara göre evlendirilmesi şart olmuştu. Çünkü ait oldukları toplumsal değerlere göre yapılacak heteronormatif bir evlilikle birlikte yaşanan bütün olayların unutulacağına eminlerdi. Böyle bir evlilik sayesinde Lezgin’in “normal” bir hayata döneceğine dair inançları tamdı.

Lezgin ise yapılacak olan o formalite evliliğine başta çok dirense de sonrasında bu durumu kendi adına avantaja çevireceğini düşünerek ailesinin evlilik kararına itiraz etmeyi bıraktı ve tam da ailesinin arzusuna göre bir evlilik yapmaya karar verdi. Fakat asıl bombayı Lezgin sonraya bırakacaktı. 

Kurban Seçilmişti: The Pismom Sevko!

Peki bu nasıl olacaktı? Bu planın daha doğrusu bu oyunun kurbanı kim olacaktı? Bu konuda önceden yani çocukluğundan beri Lezgin için düşünülen Şevko’dan daha iyi bir aday olamazdı.

Şevko Lezgin’in öz amca oğlu yani “Pismomu” (Pismom Kürtçede amca oğlu demektir), kendisine birkaç yaş büyük, aşiretin genç delikanlılarından biri. Bütün bir yaşamını köyde geçirmiş, kültürel benliği o “Lebensraum’da” içinde inşa edilmiş, zeki ve dürüst bir genç. Kısa bir zaman önce teskeresini almış, geleneksel bir dünyanın önemli prosedürü olan evlilik kurumuna adım atmaya çoktan hazırdı. Daha da önemlisi Şevko o sıkıcı köy hayatından bezmiş ve bir an önce başka dünyalara yelken açmaya can atıyordu...

Kısa bir zaman sonra Lezgin ve ailesi köye izine gelirler. Amca kızı Dotmam (Dotmam Kürtçede amca kızı demektir) Lezgin köye ayak basar basmaz ertesi gün Şevko’nun ailesine haber salarlar, kızımızı istemeye gelebilirsiniz diye.

Birkaç gün sonra Sevko ve ailesi Lezgin’i istemeye gelirler. Söz alınır ve Lezgin Şevko ile sözlenir. Aile arasında, köyde küçük bir kutlamayla bu ilişki resmi olarak tasdiklenmiş olur. 

Bir hafta sonra Lezgin ve ailesi tekrar Avusturya’ya geri dönerler. Plan hem aile açısından hem Lezgin açısından tıkır tıkır işliyordur. Artık aile derin bir nefes almıştı. Yaşanan olaylar yavaş yavaş unutulmaya başlıyordu. Artık toplum içinde rahat, alınları ak çıkabilirlerdi. Geçmişte yaşanan olaylar unutulmuştu. Anne ve baba kızları Lezgin’in mürüvvetini görmeye sabırsızlanıyorlardı.     

O süre içinde Lezgin birkaç kez nişanlısı Sevko’yu görmek adına köye gidip geldi. Gayet olması gereken gibi davranan Lezgin bir yandan da bütün bir oyunun bir an bitmesini sabırsızlıkla bekliyordu. 

İthal Damat adayı Şevko ise bütün olaylardan habersiz, amca kızı yani Dotmam Lezgin ile sözlenmekten çok mutlu olmuş, hayatında yeni bir sayfa açılmıştı. Gelecek yaz yapılacak düğünden sonra Avusturya’ya “ihtal damat” olarak göç edecekti. O vakit gelene dek evde Almanca öğrenmeye bile başlamıştı. Arada sözlüsü Lezgin ile telefonda konuşurken Almanca romantik cümleler kurarak (İch liebe dich Dotmam gibi) Ortadoğu’nun o romantik duygusunu Lezgin’e yaşatmaya çalışıyordu. Her ne kadar bu tür romantik konuşmalar ve tavırlar Lezgin’in hoşuna gitse de ortada bir gerçek vardı, Lezgin karşı cinse yani bir erkeğe ne duygusal ne de seksüel anlamda bir şeyler hissediyordu. Hele ki bu öz be öz kuzeni ise. Fakat rol icabı Lezgin bu kurguya devam etmek zorundaydı, çünkü buna mecburdu…

10 ay sonra

On ay sonra yani düğün zamanının yaklaşmasıyla birlikte Lezgin artık tedirgin olmaya başlamıştı. Bu formalite icabı ilişkinin bir an önce bitmesi ve hayata kaldığı yerden devam etme arzusundaydı. Bu formalite sözlenme sayesinde bir süreliğine hem ailesini hem el alemi susturmuştu.

Lezgin düğün gününe birkaç hafta kala Sevko’ya uzunca bir mektup yazar. Mektupta bütün bu tiyatroyu deşifre eder, neden bu tiyatroyu oynamak zorunda kaldığını uzunca anlatır. Ailesini kırmamak adına bu oyunu oynamak zorunda kaldığını, Sevko’yu da bu oyuna alet ettiği için çok özür diler. Mektubun devamında Lezgin ilginç bir şekilde Sevko’dan yine de şimdilik bu tiyatroya devam etmesini rica eder. Aralarındaki formalite ilişkinin devamında her ikisinin de kazançlı çıkacağını belirtir. Lezgin’e göre hem kendisi hem Şevko aslında bir özgürlük arayışındadır, Sevko da kendisi de o feodal toplumdan kurtulmak arzusundadır. Dolayısıyla bu formalite evlilik sayesinde Şevko o köyden kurtulup Avrupa’ya yerleşebilecekti, Lezgin ise ailesini ve toplumu bu evlilik sayesinde susturduktan sonra bir sonraki plan olan o toplumdan kopup kendine özgür, yeni bir dünya kuracaktı. Böylelikle Lezgin’e göre hem kendisi için hem Şevko için bir Win-WiN söz konusuydu.

Şevko mektubu okuduktan sonra uzun bir süre kendi dünyasına çekildi. Ne çevresi ne ailesi bu suskunluğa bir anlam veremedi. Çünkü Lezgin’in ricası yüzünden, olayı ailesiyle de paylaşamıyordu.

Şevko uzun süre düşündükten sonra Lezgin’i aradı ve teklifini kabul ettiğini belirtti. Söz verdiği gibi bu formalite ilişkiye devam edeceğini, Avusturya’ya yerleştikten sonra da boşanacağını söyledi. Lezgin Şevko’nun bu cevabıyla çok mutlu oldu. Şevko’nun bu tiyatroyu oynamayı kabul edeceğini hiç beklemiyordu. Çok şaşırtmıştı ama aynı zamanda çok mutlu olmuştu. Kendisini anlayışla karşıladığı için Sevko’ya minnettardı.         

Özgürlüğe Bir Adım Kala      

Şevko ile Lezgin formalite icabı o yaz köyde düğünlerini yaptılar. 6 ay sonra Lezgin Sevko’yu Avusturya’ya getirmeyi başardı. Bir sene evli kaldıktan sonra tek celsede boşandılar. Aileler tabii bu karara çok üzülürler ama yapacak bir şey yoktur. Çünkü Lezgin için hiçbir şey özgürlükten daha değerli olamazdı. Lezgin kısa süre içinde Sevko’ya bir iş de bulur. Kaldıkları evi eşyalarıyla birlikte Sevko’ya bırakır. Ardından kendisi de yaşadığı şehre çok uzak bir kasabaya taşınır. Orada kendine yeni bir hayat kurar, fakat ailesiyle yine de arada bir görüşmeyi ihmal etmez.

Lezgin evlenip boşandıktan sonra ne ailesi ne de toplum tarafından eskisi gibi yeni seçtiği hayat yüzünden yargılanır. Çünkü o artık özgür bir dul kadındı. 

Şevko ise Avusturya’daki yeni hayatına alışmış ve köyün o baskıcı ve sıkıcı hayatından kurtulmanın getirdiği mutlulukla aynı şekilde Lezgin gibi yeni bir hayat kurmuştu.

Özetle     

Göç hadisesini sadece makro-sosyolojik düzeyde ele almak bazen içerden yani daha derinden göçmen açısından bakıldığında, göçün trajik yapısını anlamak adına yetersiz kalabilir. İstatistiki veriler, kurumlar üzerinden yazılan raporlar, soğuk ekonometrik veri analizleri vesaire göçün birey üzerinde mikro dinamik çatışmalarını derin bir açıdan görmemizi sağlamaz.

İnsan dediğimiz varlık istatistik bir veriden daha fazlasını barındıran bir “Da Sein’dır”. Sabit bir “anlam dünyası” için doğan, sonraki süreçlerde hayatın dayattığı zorluklar yüzünden bam başka bir evrende kendini bulan taşralı Anadolu göçmenlerinin yaşadığı kültürel krizleri ancak ve ancak onların hikâyelerine daha yakından baktığımızda kavrayabiliriz.

Yani Göçün yarattığı sarsıcı fırtınaları görmek ve anlamak için bazen Lezgin gibi göçmenlerin ait olduğu dünyaya inerek hadiseyi kavramak gerekir. İki “zamansallık” içinde sıkışmış ruhların tedirgin edici yaşanmışlıklarını ancak bu şekilde daha net görebilir ya da hissedebiliriz.

Belki bu yüzden Lezgin gibi göçmen bir yönetmen olan Fatih Akın’ın “Gegen die Wand” (Duvara Karşi) filmini izlediğimizde Sibel ile hissettiğimiz empati duygusunu daha derin hissetmemizin nedeni budur. Dolayısıyla yukarıda anlattığımız yaşanmış olan gerçek hikâyede olduğu gibi tam da bu derin dünyanın çıkmazlarını, çatışmalarını ve çelişkilerini deşifre ederek, yani hem Lezgin’in hem ailesinin mikro dünyasına odaklanarak, bu dünyaya hiç tanık olmamış okurlara bir ışık tutmak istedim.

Nasrettin Hoca’nın bir fıkrasında geçtiği gibi herkesin haklı olduğu bir hikâyede, suçlamak yerine her bir bireyin duygu ve düşünce dünyasının arka planını oluşturan “Lebenswelt” ve onun üzerinden inşa edilen “anlam dünyasını “hesaba katmadan, bireyleri modern dünyanın daha doğrusu kendi dünyamızın normatif değerleri üzerinden yargılamak pek doğru bir yaklaşım değildir. Her özne tarihsel bir sürecin sonucudur.

Her birey nesnel hakikati kendi öznel bakışına göre bükerek içselleştirir. Dolayısıyla binlerce yıl alan bu süreç öyle iki günde yeni normlar sunarak değiştirilecek basit bir şey değildir. Lezgin’in şanssızlığı belki de iki dünyanın en kırılgan noktasında olmasıydı. Bir yandan eski dünyanın pençesinden kurtulmak isteyen diğer tarafta ise yeni dünyanın bir parçası olmak için can atan, parçalı bir ruh hali. Tıpkı bugüne kadar süregelen Batı-Doğu çatışması gibi … 

Bir başka göç hikâyesinde buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın...



© Tüm hakları saklıdır
Tasarım by Orbay Soydan